26 Temmuz 2021 Pazartesi

ARKA KAPAK YAZISI





Diğer kibrit çöplerinden uzun tutulup gözünüze gözünüze sokulanı mı seçersiniz, yoksa arkalara saklanmış olanı mı, seçmeyesiniz diye? Düzgün bir sırada duruyorlarsa sağdakini mi soldakini mi? Rakibinize mi öncelik tanırsınız, kaderinizi onun ellerine teslim ettiğinizi bilerek? Cesurca atılır mısınız yoksa, o kadar çöpün arasından bula bula kısasını bulabilecek olmanın enayiliğini de göze alarak? Her defasında kısa çöpü çekecek kadar şanssızken, elde uzun çöpün belki de hiç olmadığından şüphelenmez misiniz? Peki ya hep uzunlardan birini çeken ve güvenle devam eden biriyken, artık tüm olasılıkları tükettiğinizi, size uzatılan elde sadece tek bir çöp kaldığını, bir gün geç olsa da anladığınızda ne yaparsınız? Ya da uzunu çeker sevinirsiniz; bir de bakarsınız, diğerlerinin hepsi kısadır, kaybetmişsinizdir. Kısayı çekmek de hep kaybetmek demek değildir o zaman... Belli mi olur, belki de siz kısa çöpü çekmek için yaşayanlardansınızdır...



Yani aslında hikaye daha yeni başlıyordur siz elinizde kısa çöpü tutuyorken... İşte şu an sizin başınıza gelen de bu...


YÖNTEM





Yaşamımda yeni bir sayfa açan, Profesör'ün şu sözleri olmuştu: “Eğer bu işe kendini adamaya kararlıysan, sana yöntemimi açıklayabilirim. Bunun üçümüz arasında bir sır olarak kalacağını söylemeye gerek yok sanırım; üçümüz... sen, ben ve şu portatif bilgisayar. Onu hiç merak etme, sadece ördek sesi çıkartabilir.”



Ne diyebilirdim... Yaşamımın daha önceki sayfaları, tek bir sayfanın fotokopisi gibiydi (siyah beyazdı ve arada boş sayfalara bile rastlanıyordu). Günleri su gibi geçen (renksiz ve kokusuz), bundan sonra da bir mucizeyle karşılaşması mucize olacak, bir şeye ne taraf ne de karşı olmuş (anti-sosyalliği saymazsak) bir insandım. Hep gülümseyen yüzümden çıkarımlanabilecek şikayet etmezliğim, küçük getir götür işlerinde bile kolayca göze çarpan saygılılığım, pek fazla konuşmamamdan (yanlış) anlaşılacak zekam ve idare eder bilgisayar bilgim sayesinde işine yarayacağımı düşünerek beni ülkemden kaldırıp -o ülke senin bu ülke benim dolaştırdıktan sonra- taa buralara kadar getiren, bavullarını taşımaktan (ve bavul gibi taşınmaktan) büyük zevk aldığım bu adam, şimdi bana bir sırrını açıyor ve bundan sonra uzunca bir zamanı daha beraberce geçirmeyi teklif ediyordu. Çünkü tahmini, bu sırrın peşinde giderken aylar, hatta yıllar harcayacağımızdı. Bu yılları ona feda etmeye gönülden razıydım. Onun bilgi ve kültür birikimi, daha da önemlisi, yaşamını tek bir büyük amaç uğruna çabalayarak geçiriyor oluşu beni çok etkilemişti. Bu türden insanlara kitaplarda, filmlerde rastlanabileceğini düşünürdüm ancak. (O, İndiana Jones ve Sharlock Holmes karışımı bir şeydi, ben de bu yolculuk boyunca Sancho Panza’yla Dr. Watson arasında bir yer bulmuştum kendime...) Yaşamdan hiçbir beklentim, izlenmeye değer herhangi bir amacım olmadığı için, Profesör’ünki, benim de ortak olup, kenarından köşesinden sebeplenebileceğim kayda değer bir amaç gibi gözükmüştü. Bu da bir defineyi bulup çıkarmaktı.



Son birkaç yılı, birçok definenin peşinde koşarak geçirdikten sonra, bir tanesini gözümüze kestirip ona yaşamımızı adamaya karar vermiştik. Dünyanın değişik yörelerinde olduğu kabul edilen birçok benzerine oranla, şu anda peşinde bulunduğumuz defineyi seçmemizin nedeni, bunun daha az gizli sayılmasıydı. Yakınına kamp kurduğumuz koca dağın eteğindeki bir mağaranın girişinden birkaç yüz metre, bilemediniz birkaç kilometre ilerlediğinizde karşınıza çıkabilirdi. Tabii çıkmayabilirdi de... Çünkü aslında defineye giden yol tam olarak bilinemiyordu. Mağaraya girip bir süre ilerlediğinizde, bir de bakıyordunuz, takip ettiğiniz yol ikiye ayrılıyor. Sağa ya da sola, birine sapacaktınız ama hangisine? Bu soruları defineye doğru yol alırken kendinize defalarca sormak zorunda kalabilirdiniz, çünkü, artık açıklamak gerek sanırım, dağın içi hep çatallanan yolların galeriler oluşturduğu bir labirentti ve işte bu yüzden de bizden önce bu labirent mağaraya giren hiç kimse defineyi bulamamıştı.



Ama bulmaya yaşamımızı adamak için yine de bu defineyi seçtik. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, demin de dediğim gibi diğerlerine oranla bizimki daha az gizli sayılırdı. Çünkü çoğunlukla bir definenin söylendiği yerde gerçekten bulunup bulunmadığı kesin değildir. İnsanlar maddi bazı çıkarlar için o kadar çok hayali define haberi yaratmışlardır ki, bu işten ekmek yiyenler bile vardır. (Yerini gerçekten bilseler pasta yerlerdi...) Bu nedenle -Milletler Tarihi ya da Keşifler Tarihi’nin aksine- Define Arayıcıları Tarihi, Başarısız Adamlar Tarihi olarak kayda geçmiştir çoğunlukla, işin doğasından ötürü... Buna rağmen bizim definemizin bu dağın içindeki binlerce galeriden birinde olduğu kesindi. Onun gizemi sadece ona nasıl ulaşılacağıyla ilgiliydi. Ve onu seçmemizdeki ikinci neden de tam burada ortaya çıkıyordu: Bu binlerce galerinin içinde definenin bulunduğu galeriye ulaşmamızı sağlayacak bilimsel bir yöntemimiz vardı.



Burada bir ara vermek pahasına, ne Profesör'ün ne de benim definenin maddi değeriyle ilgilenmediğimizi söylemek istiyorum. (Olayı gizli tutmamızın nedeni, defineyi bulma yöntemimizin başkalarının ilgisini çekebileceğiydi. Buna engel olabilmek için araştırmalarımızın amacının arkeolojik olduğunu söylemiştik.) Profesör, en ufak bir finansal yardım almadan dünyayı dolaşıp defineler aradığından anladığım kadarıyla, epeyce zengindi. (Belki de daha önceki define arayışlarında... Kim bilir?) Ben ise küçük yaşlarımdan beri parayla hiç ilgilenmedim. Vakit geçirmek için çalışır, kazandığım parayı da nereye harcayacağımı bilemezdim. Zaten 13 yaşımdan beri her sabah gittiğim bilgisayar şirketi, çalışanlarına yüksek ücretler vermezdi. Birçok insanın sağlıklarını kaybetmek pahasına kazanmak için o kadar hırsla çabaladıkları bu para denen kağıt parçalarından fazlaca bir tomar elime geçse, piyangodan ya da ne bileyim miras yoluyla, o desteyle ne yapardım, hep düşünmüşümdür. Her halde çerçeveletip asardım. Zaten Profesör'den bu iş için istediğim ücret, araştırma süresince yaşamak için gerekli ihtiyaçların dışında, ülkemdeki evimin baş köşesinde sergilemek için definenin hoşuma giden bir parçasından ibaretti. (Parlak taşlarla süslenmiş bir kral tacı, televizyonumun üzerinde hiç de fena durmazdı doğrusu...) Profesör'ün amacı ise akademik çevrelerde bir ün kazanmanın dışında, bir gizemi çözmek, çok güvendiği zekasının inceliklerini yaşamın içinde sergileme olanağı bulmaktı. Yani ikimizin de köşe dönme amaçlarımız yalnızca labirentin dönemeçlerine yönelikti. Bunun için dağın öbür tarafındaki definemiz, maddi değeriyle değil, başarımızın bir kanıtı olarak biçilmiş kaftandı ve Profesör'ün geliştirdiği yöntemle ona ulaşmamızın kolay olacağına emindik. Tabii yeterli bir zaman dilimini bu iş için ayırmayı göze alabildiğimiz takdirde...



Bu zaman dilimi, Profesör'ün hesaplarına göre, tam olarak 22 yıl, 5 ay, 12 gündü. Ama biz kısaca 20 yıl diyorduk. Artık size Profesör'ün yönteminden bahsedebilirim. Anlattığında o basit matematik zekamla, ben bile kavrayabildim. Ama düşünsem, kırk yıl aklıma gelmezdi.



Yöntem, tipik bir olasılık hesabından yola çıkılarak oluşturulmuş Deneme Yanılmayla Tarama yöntemiydi. Önce labirentin dönemeçlerini araştıracağımız toplam kaç olasılığın bulunduğunu hesaplıyorduk. Sonra da her bir olasılıklar dizisini, yani rotayı denemek üzere labirente dalıyorduk. Sağlı sollu ilerleyip de rotanın sonunda defineye rastlayamazsak, dönüş rotamız yardımıyla (dönüş rotası, gidiş rotasında sağ yerine sol, sol yerine sağ yazılarak bulunuyordu) bir sonraki denemeye kadar biraz dinlenmek üzere mağaranın çıkışına kolayca ulaşıyorduk.



İşte Profesör'ün çok güvendiğimiz bilimsel yöntemi bu kadar basit bir mantığa dayanıyordu. Tabii her dönemeçte labirentin karşımıza sağ ve sol olmak üzere sadece iki seçenek çıkaracağını daha önce oraya giren sayısız araştırmacı, define avcısı, meraklı ve maceracının, yolunu kaybetmeden çıkabilmiş olanlarından öğrenmiştik. Gerçekten de birçok insan kaybolmuştu içeride. Bunların çoğu labirente girmenin en güvenli yolu olan ip yöntemi dışında yöntemler uygulamaya kalkanlardı. Tabii önsezilerine güvenerek yolu bulabileceğini söyleyen çılgınları saymıyorum. (Mağarayı, içeriye basınçla sıkacağı su ile doldurarak bir yeraltı nehri oluşturmaya kalkan deliyi de böyle parantez içinde sayıyorum sadece: Su, definenin bulunduğu galeriye de mutlaka ulaşacak ve değerli parçaları ”kulağına kar suyu kaçmış balık gibi ağımıza düşürecek”di bu değerli(!) buluşun sahibine göre.) Bunların arasında koku alma duyularından faydalanmak üzere eğitilmiş köpeklerle içeri dalan hayalperestler de vardı. Bu sonuncusunun diğerlerinden farklı olarak arkadan gelen araştırmacılara bıraktığı, labirentin içlerine yaptığınız yolculuklarda size eşlik eden insan iskeletlerinin yanında, artık köpek iskeletlerine de rastlanması olmuştu. Bu iskeletlerin arasında defineyi buraya kadar getiren yüzyıllar önceki sahibinin de olduğundan herkes emin gözüküyordu. Anlaşılamayan nokta şuydu: definenin sahibi defineyi sakladıktan sonra çıkarken mi kaybolmuştu, yoksa çıktıktan bir süre sonra definesini almak amacıyla tekrar girdiğinde mi? Bazıları onun labirentin gizemini çözmüş olabileceğini söylüyorlardı, istediği zaman girip çıkabiliyordu böylece. Ama bunlar ancak Mısır Piramitleri'nin zamanın teknolojisiyle nasıl yapıldıklarının açıklanması kadar açıklanabiliyordu. Bütün bu masalların bizi eğlendirmenin ötesinde bir yararı daha vardı. Mağarayla ilgili oluşturulan gizemli hava (tavan ve duvarlardan sızan suyun insanı delirttiği söylencesi -mağaradan sağ çıkabilen az sayıda insan delirmişti- ve içeriyi hep aydınlık kılan şeyin şeytani bir ışık olduğu inancı -içeride dedektörleri sapıttıran da şeytani bir şeydi bunlara göre), çevrenin uğursuzluğuyla ilgili söylentiler de eklenince salgın gibi yayılan bir korkuya yol açmış, meraklı gözlerin bu bölgeden ve çalışmalarımızdan uzak kalmalarını sağlamıştı.



Demin bahsettiğim ip yöntemiyle, yani belinize bir ip bağlayıp galerilere dalarak, kaybolmadan istediğiniz kadar gezebilirdiniz labirentte. Gerçekten de çıkış yolunu bulabilmeniz için güvenli bir yöntemdi bu, ama defineyi bulmak için hiç de işe yaramamıştı bugüne kadar. İp, size sadece dönüş yolunu gösterirdi, olasılıkları hiçbiri açıkta kalmayacak ölçüde gözlerinizin önüne seren Profesör'ün yöntemiydi. Tabii bunun için bütün olasılıkları çabucak hesaplayacak bir zekaya ve bunları belleğinde tutarak istediğimiz zaman ortaya dökecek bir beyne ihtiyaç vardı ki, bu da grubumuzun üçüncü elemanı olan küçük, portatif bilgisayarımızdı.



Profesör, içeride sağa ya da sola saparak ilerlediğimiz rotaların 14 dönemeçten oluşmasını planlamıştı. Neden 14 diye sorarsanız, bu, iki kıstas göz önüne alınarak karar verilmiş bir sayıydı: İki dönemeç arasındaki uzaklığın şaşılacak derecede aynı olduğu saptanmıştı. (İp yöntemi uygulayıcılarına bu konudaki çabalarından dolayı ne kadar teşekkür etsek azdır.) Bu uzaklık 14 ile çarpıldığında, dağın ne yazık ki herhangi bir giriş olmayan öbür tarafına aşağı yukarı ulaşılabilirdi. Tabii hep dik gitmediğimizi varsayarak ve her 14 dönemeçlik rotadan sonra amacımıza ulaşamadığımız için dönerken, definenin belki de sadece birkaç dönemeç uzaklıkta olduğunu düşünerek hayıflanacağımıza, “Şu rotalara birkaç dönemeç daha eklesek yahu..!” diye teklif etmemiz, yaşamımızın birkaç 20 yılını daha feda etmeyi teklif etmemizle aynı şeydi.



Ne demek istediğimi açıkladığımda 14 sayısının seçilmesine bizi zorlayan ikinci nedeni de öğrenmiş olacaksınız. 14, bizim yaşımızdaki insanlar söz konusu olduğunda bu iş için seçilebilecek en uygun sayıydı, bize ayakkabı numaramız kadar uyuyordu. Şansımızın yardım etmediğini ve bilgisayarın sıraladığı rotalardan deneyeceğimiz en sonuncusunda defineyi bulacağımızı varsayalım. Bunu hesaplamak zorundaydık çünkü her insan gibi yaşamımızın bir sonu vardı. (Profesör buna henüz bir çare bulamamıştı.) Girişleri günde 2 deneme ile sınırlamıştık. (Çünkü her 14 dönemeçlik rota yaklaşık 1,5 saatte alınıyordu, dönüşüyle beraber mağaranın içinde kaldığımız süre 3 saate çıkıyordu, bu, günde tek mola vererek 6 saat demekti; içeride bundan fazla kalırsak baş dönmesinden de öte, duyularımızda bozukluklar oluşacağı ve sinirlerimizin harap olacağını düşünüyordu Profesör.) Böylece defineyi başladığımız günden yaklaşık 214 = 16.384 rota, yani 8.192 gün sonra bulacağız demekti (22 yıl, 5 ay ve 12 gün). Burada 14 dönemecin 15'e çıkarılması, 16.384 rota olasılığını iki katına, 215 = 32.768'e çıkarıyordu. Yani her denemede bir dönemeç daha fazla gitmek, defineyi bulma zamanımızı, en kötü olasılıkta, iki katına çıkarıyor, yaklaşık 44 yıl, 10 ay ve 24 gün sonraya atıyordu. Bir tane daha artırdığımızda ise belki her denemede başarı olasılığımız biraz daha artıyordu ama toplam zamanı 89 yıl, 9 ay ve 13 gün sonraya atıyordu ki böylece daha sağlamcı ama şanssız bir insan olarak defineyi ölmeden bulabilmemiz pek olası gözükmüyordu. (Biyolojik yapımız yaşadığımızın üzerine bir 89 yılı daha kaldırabilse bile, psikolojik yapımız katedeceğimiz 2 milyona yakın dönemeci kaldıramayabilirdi.)



Tabii şans yardım ederse labirente girdiğimizin üçüncü haftası defineyi bulup, bu süreyi kısa bir tatil olarak niteleyebileceğimiz gibi; on beş-yirmi yıllık ileri geri voltalar sonunda bütün olasılıkları tüketmemizden dolayı, dışarıya elimiz boş olarak da çıkabilirdik. Profesör bunu tabii ki düşünmüştü, onun gözünden hiçbir şey kaçmaz. Konu geçtiğinde, bu ikinci olasılığın gerçekleşmesinin en az ilkinin gerçekleşmesi kadar düşük olduğunu belirttikten sonra, “Defineyi çabucak bulma olasılığı, yıllar sonra hâlâ bulamama olasılığından daha yakın gözüküyor, en azından zaman olarak!” deyip bir kahkaha patlatmıştı. Yaşamla bile dalga geçebilecek kadar esprili bir insan olduğunu görüyorsunuz değil mi?



Böylece bir tuşa basarak her dönemeçte sapacağımız yönü bildirmeye programlanmış bilgisayarımız kucağımda olduğu halde, ilk denememize başladık. Sağlamcı karakterim nedeniyle, her olasılığa karşın belimize yine de bir ip bağlamayı önermeyi düşünmüş, ama Profesör'ün beni bilime karşı güvensizlik ve kişiliğine karşı saygısızlıkla suçlayacağını bildiğimden vazgeçmiştim. Çünkü daha önce ip yöntemini kullananların aptallığından bahsederken, “...onların ipiyle kuyuya inilmez..!” demişti. “Biz yaşama iple değil, teknolojinin son harikası bir zincirle bağlı olacağız...” Bu yüzden de sonradan -labirentin o birbirinin aynı gibi gözüken galerilerinde kaybolmuşluğumuzdan fazlaca bahsetmemeye çalışarak ilerlerken- haklı çıktığımı ona söyleyemeyecektim.



Bu arada ilginizi çekeceğini tahmin ettiğim bir konudan daha bahsedeceğim, beslenmemizle ilgili. Araştırma süresince -bilhassa da mağaranın içindeyken- fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı kalabilmemiz için Profesör'ün özel olarak hazırladığı besin kürleriyle besleniyorduk. Beslenme uzmanlığı yönü, Profesör'ün deha ağacının dallarından sadece biriydi: Dışarıda geçirdiğimiz dinlenme zamanlarında Profesör boş durmuyor ve uğraştığı onlarca şeyin arasında bir de bölgenin toprak yapısı ve bitki örtüsünü inceliyordu. Bu sayede çevrenin çok verimli bir toprağa sahip olduğunu ve mağaranın içindeki bazı kaynaklardan çıkıp tavandan ve duvarlardan akan sıvının dağın yukarısındaki toprak ve bitkilerin öz sularının bileşiminden oluşan son derece besleyici bir madde olduğunu keşfetmişti. Bu o kadar besleyiciydi ki, Profesör -eğer içmekten iğrenmezseniz, çünkü gerçekten de iğrenç bir tadı vardı- başka hiçbir besine gerek olmadan, sadece bununla bile gayet sağlıklı yaşanılabileceğini söylüyordu (o söylüyorsa mutlaka doğrudur). Profesör en az kendi hazırladığı kür kadar etkili olabilecek bu doğal karışımın belki de başka bir define olduğundan ve sırf bu keşfin bile bilim dünyasını ayağa kaldırabileceğinden bahsetmişti. Ama o, aç gözlü, kolay başarılarla yetinen ve amaç olarak belirlediğinden kısa vadedeki kazançlar nedeniyle vazgeçecek karaktersiz bir insan değildi. Böylece bu keşfi, esas keşfimizi süsleyen bir yan keşif olarak sunmaya karar verip bir kenara bıraktı. Bu yan keşfine gerçek bir define değeri biçeceğimizi çok sonraları fark edecektik.



Dağın içinde, definenin peşinde yıllar geçirdik. Beşinci yıla yaklaştığımızda yaşamımız belli bir düzene girmişti artık. Her sabah işe gider gibi kalkıp mağaraya giriyor, öğle tatilinde çıkıp, birşeyler atıştırıp, biraz güneşleniyor; özel bazı uğraşlarla vakit geçiriyor, öğleden sonra tekrar iş başı yaparak mesai saati sonuna kadar mağarayı arşınlıyorduk. Bütün bu dinlenmeler sırasında, mağaranın içinde ve dışardaki müthiş güzellikteki doğada yaptığımız yürüyüşlerde, gece uyku tulumlarımıza girmeden önce mehtabın altında çaylarımızı yudumlar ve defineyi bulma düşleri kurarken Profesör'ün o engin bilgisiyle süslediği hoş sohbetinden yararlanıyordum. Genelde monolog olarak süren bu sohbetlerde, Profesör, anlattıklarının içinden çıkamadığım zamanki yarı küskün yüz ifademi görüşlerine kesinlikle katılmadığım şeklinde yorumlar; sanki karşısında konunun uzmanı varmış gibi heyecanla ne düşündüğümü sorar; ardından bana -neyse ki- konuşma şansı tanımayarak görüşlerini sorgulamaya başlar; temellendirmeler için ihtiyaç duyduğu basite indirgemelerle anlamama farkında olmadan olanak tanır; benden gülümsememi - onun için, onu onayladığımı, benim içinse sonunda anlayabildiğimi gösteren gülümsememi- alınca, aslında kendi görüşünün daha genel ve basit bir ifadesi olan son geldiği noktayı benim görüşüm olarak yorumlayarak, çok haklı olduğumu söyler ve bu verimli tartışma için bana teşekkür ederdi. Böylece birbirimizi çok iyi anlayan iki dost oluvermiştik.



O, belki ihtiyaç hissederim diye beni bir tatile göndermeyi teklif etmiş, birkaç hafta yalnız da devam edebileceğini belirtmişti ama bunu kabul etmemiştim. Memleketimi özlemiş olmakla beraber, oralar çok da gözümde tütmüyordu ve birkaç haftalık bir tatili sıkılmadan harcayamayacağımı da biliyordum. Ama daha da önemlisi, bu süre içerisinde Profesör'ün defineyi ben olmadan bulma olasılığını düşünerek yanından bir an bile ayrılmak istemiyordum. (Yıllardır ortaklaşa piyango bileti aldığınız en yakın dostunuzun, siz olmadan aldığı ilk bilete büyük ikramiye vurduğunu düşünün...) Açıkçası onun yanında, mağaranın içlerinde, yaşamımızı adadığımız amacımızın peşinde hiç olmadığım ve bundan sonra da olabileceğimi sanmadığım kadar mutluydum. Bu yüzden ara sıra beni kitap ya da besin kürünü hazırlayacağı maddeleri almak üzere birkaç saat uzaklıktaki şehre göndermeleri de kesilince hiç üzülmedim. Mağaranın duvarlarından sızan sıvı beslenmemizi sağlıyordu nasıl olsa. (Profesör uzun vadede insan vücudunda ne gibi olumlu etkiler yapacağını görmek üzere artık sadece bu sıvıyla beslenmeye başlamıştı. İçtiğimiz su ayrı gitmediği için ben de durur muyum, bilim adına ona katılmıştım, hem tadı eskisi kadar iğrenç gelmiyordu artık.) Çevrenin büyüleyici atmosferi de dünyamızı oluşturduğu için boş zamanlarımızda kitap okumak yerine, yaptığımız keşifleri not ediyor ve sonradan bunları okuyup, bunlar üzerine düşünüyorduk sadece. İnsanlığın geçmişinden de geleceğinden de soyutlamıştık kendimizi. Arasıra labirentin girişine gelen kampçılarla, dış dünyadan habersiz kalmayacak kadar çok, ama orada bulunuşumuz nedeniyle şüphelerini artırmayacak kadar az ilişkiye giriyorduk.



Dış dünya derken şehirden, modern yaşamdan bahsediyorum. Yoksa bizim yaşadığımız dünya kesinlikle daha “dış” bir dünyaydı. Ama mağaranın girişine yakın bir derenin yanında kurduğumuz, gündüz çimenlerin üzerine uzanıp güneşlendiğimiz, gece de göğe yükselen ağaçların dallarını ıstaka gibi kullanarak yıldızlarla bilardo oynadığımız bu dış dünyanın değerini, dağın içinde kaybolduğumuz zamanki kadar anlayamamıştık.



Kesinlikle Profesör'ü ve onun o zeka fışkıran yöntemini kötülediğimi sanmayın. Labirentin içinde böyle ileri geri yürürken bile suçladığım tek şey modern teknoloji. İlkel yaşamın büyüleyici etkisi altında kalarak, o güne kadar benim de bir üyesi olduğum modern yaşamı yadsımaya çalıştığım ya da ilkellikle modernlik arasındaki tezatların beni bir bunalıma sürüklemiş olabileceği gelmesin aklınıza. Ben, kucağımda bir pusula gibi taşıdığım teknoloji harikası bilgisayarımızdan bahsediyorum: Onun yaşamımızı yönlendiren bütün bu olasılıkları aklında tutabilmesine “eyvallah” denilir... Aklındakileri sınıflayarak bize istediğimiz zaman yeni bir olasılık çıkarmasını sağlayan zekasına hürmetler sunulur... Hatta en küçük bir ışık kaynağını bile değerlendirerek bütün bu işlemleri yapabilecek enerjiyi oluşturabilmesi karşısında saygıyla eğilip tuşlarından bile öpülür... Ancaak..! Tüm bunlarla birlikte, ona bütün bu yeteneklerini veren, oysa onun bir plağın ya da diskin takılması gibi takılmasına engel olamayan, buna karşı önlem geliştiremeyen modern teknolojisine, çok rahatlıkla sitem de edilebilir..! (Sırası gelmiş de geçiyorken, bir konuyu açıklığa kavuşturmak istiyorum: Labirentin içinde kaldığımız süre boyunca bilgisayarımızın çalışmasını sağlayan enerji, mağaranın kapısından içeri giren güneş ışığıydı. Bu ışığı mağaranın duvarlarından akan ve beslenmemizi sağlayan sıvılar öylesine eksiltmeden yansıtıyordu ki -tıpkı bir ayna gibi-, her dönemeçten bizim gibi yolunu kaybetmeden büyük bir başarıyla geçen ışık, labirentin neresinde olursak olalım gelip bizi buluyordu, tabii gece haricinde. Mağaranın alıştığımız için sonraları bize doğal gelen bu özelliği benim deyişimle bir mucize, Profesör'ün deyişiyle yeni bir keşifti. Profesör ışığın, giremediği yerlere taşınmasıyla uğraşan -şu anda adını hatırlayamadığım- fizikçilerden bahsetmişti. Mağaranın bu özelliğini keşfetseler herhalde bizim defineyi bulacağımız zamanki kadar sevineceklerini söylemişti. Ama tabii bu da bizim için sadece bir yan keşifti.)



Artık size tersliğin nasıl oluştuğundan bahsedebilirim. Dediğim gibi bilgisayar “takıldı”. Uzun zaman önceydi. O gün için belirlenen rotada ilerledik. 14 dönemeci geçip de bir şey bulamayınca, bilgisayara dönüş rotası komutunu verdik ve dönüşe geçtik. Dönüşün 14 dönemecini de aştığımızda, artık mağaranın kapısında olmamız gereken yerde diğerlerinden hiç de farklı olmayan başka bir dönemeçte bulduk kendimizi. Bilgisayar büyük bir olasılıkla dönüş rotamızı başka bir günün rotasıyla karıştırmıştı. Tahmin edebileceğiniz gibi, bize verdiği rotaların herhangi bir dönemecinde tek bir sağ yerine sol yazması bile rotamızdan şaşmamıza, belki de tam ters yönde ondan uzaklaşmamıza yeterdi. Bunun nasıl mümkün olabileceğini çözmek için bilgisayarı boşu boşuna kurcalarken, o dahice fikri geliştirdi bile Profesör. Şuraya bakın: Bir komutla o ana kadar verdiği 28 dönemecin tersini vermesini isteyecektim bilgisayardan. Böylece yeni dönüş rotamız oluşacaktı. Ve aynı zamanda yaptığı yanlışı affettirmesi için de bir fırsat vermiş olacaktım bu tuşlu hayvana..! Olan şu: Bilgisayarımız yaptığı hatayı affettirmek şöyle dursun, yeni dönüş rotasını da karıştırdı ve hata üstüne hata yaparak, bunları zincirleme büyüttü. Zincir uzadıkça ve ben zincirin başını bulmak için tekrar tekrar komut verdikçe, bilgisayar hata yapmaya devam ediyor, zincir katlanarak uzuyordu. Yani 1 gidiş-dönüşteki hatayı karşılamak için, 1 gidiş-dönüş daha... buradaki bir hata için 2 gidiş-dönüş daha... 4 gidiş-dönüş olduğu için hatayı karşılayacak 4 gidiş-dönüş daha... 8 olduğu için 8 daha... 16 olduğu için 16 daha... ve böylece devam eden gidiş ve dönüş rotaları... Tabii bizim için artık sadece dönüş rotası söz konusuydu.



Şu ana kadar 28.672 dönemeç geçmiş bulunuyoruz. Çıkışa yine ulaşamadığımız için hatalı olduğunu anladığımız bu 28.672 dönemeçlik rotanın dönüşünün doğru olacağını umut ederek bilgisayara komutu vereceğim ve yarım saat dinlenip mağaranın duvarlarındaki besleyici sıvıdan kuvvetlenmek için biraz içtikten sonra yolumuza devam edeceğiz. Eğer bu 28.672 dönemeçlik dönüş rotasının sonunda da çıkışa ulaşamazsak, 57.344 dönemeçlik yeni bir dönüş rotası alacağım bilgisayarımızdan. Zincirimizin başlangıcını kesinlikle kaçırmamam gerek. Bu bizim tek güvencemiz çünkü. Tabii artık dış dünyanın “eğlencelerinden” tamamen uzak olduğumuz için (ve Profesör'ün tahminine göre, içtiğimiz sıvının insan vücudunda ve sinir sisteminde yaptığı güçlendirici etki nedeniyle -artık boş vakitlerimizin çoğunda bunun üzerine düşünüyoruz) gün içinde fazla dinlenmeye ihtiyaç duymadan defineyi ararkenki tempomuzu ikiye katlayabildik, artık 112 dönemeç yapabiliyoruz günde. 28.672'lik rotayı yaklaşık 256 günde aldık. Bu kadar süredir içerideyiz yani. Şimdi dönüş rotasının doğruluğunu sınamak için önümüzde bir 256 günümüz daha var. Olmadı, ondan sonraki dönüş için 512 gün... olmadı 1.024 gün... ve böylece katlanarak gidiyor...



Defineyi aramak için yaptığımız girişlerde, olasılıklar gün geçtikçe azalıyorken, şimdi her yanlış dönüş rotasında yolumuz artıyor. Bu da, Profesör'ün söylediği ve benim de ona hak verdiğim gibi durumu daha da ilginç kılıyor. Şu anki hedefimiz durağan değil, onu bulacağınız noktaya vardığımızda bir de bakıyoruz ki, uzunca bir sıçrayışla ancak bir-iki yıl, dört-beş yıl, sekiz-dokuz yıl sonra ulaşabileceğimiz bir noktaya konmuş. Bizden daha hızlı koşan birine yetişmek için koşuyor gibiyiz...



Bunun dışında bir heyecanımız daha var tabii ki. Artık geceleri de mağaranın içinde kaldığımızdan, şimdi defineye eskisinden daha yakınız. Ve dış dünyadaki basit zevklerimizin hepsini de kaybetmiş değiliz. Geceleri dolunay olduğunda, mağaranın girişinden taa bizim olduğumuz yere kadar ulaşan ışık, gecenin yıldızlarını mağaramızın duvarlarına taşıyor.



Modern insanın 8 ile 16’yı ya da 83 ile 4'ü aklından kolayca çarpabileceği halde cebindeki makineden yarar umması ve sonunda artık yaşamında belki de ilk öğrendiği şeylerden biri olan bu basit çarpımları yapamayacak duruma gelmesi gibi, bizim de “keşke hesaplarımızı kağıt üzerinde de yapsaydık” diye düşünmemiz için artık çok geç. Ama tabii bu düşünce, bir mağaranın içinde kurulmuş ilkel bir kampta geçirilen yüzlerce geceden sonraki bir gecenin ürünü. Kendimizi tarih öncesi insanlar gibi hissetmek bize ayrı bir keyif vermiyor değil aslında, ama insanın teknolojiyle çevrili olduğunda ondan yararlanmamasını enayilik olarak görme düşüncemi değiştirmiş değilim. Şu anda zaten bilgisayara gizlice yüklediğim oyunu başlatmak için Profesör'ün uykuya dalmasını bekliyorum. Fark etse çok kızar, daha demin şarj ettiğimiz bataryayı harcadığım için; ama görseniz ne kadar ilginç bir oyun... Tabii arasıra araştırmamızın süresini biraz daha uzatmamıza neden olan o virüs ya da her neyse, o şey oynamama engel olmuyor değil.



Umuyorum ki biz buradan çıkınca (tabii eğer dolaşmalarımız sırasında defineyi şans eseri bulamazsak -Profesör, hesaplanabilecek olasılıklardan bir fazlasını, yaşamın, rastlantı adı altında hep yedeğinde tutuğunu söyler...) insanlar teknolojideki küçük pürüzleri de yok etmiş duruma gelir. Çünkü tekrar girdiğimizde -artık bilgisayarı tamir mi ettiririz, yoksa son teknoloji ürünü başka bir model mi alırız bilemiyorum- Profesör de ben de böyle sorunlarla karşılaşmak istemiyoruz.










OBJEKTİF





Yaşlı bir mahalle fotoğrafçısının mesleğindeki son günün öyküsü bu. Fotoğrafçılığı bıraktığını görünce çok şaşırdım doğrusu. Onu o kadar iyi tanıyorum, fotoğrafçılığın onun için ne demek olduğunu o kadar iyi biliyorum ki, o beklenmedik olay gerçekleşmeseydi bu ani karara asla varamayacağını tahmin ediyorum. (Kendimi suçlu hissetmem gerektiğini düşünmüyorum; çünkü olay benim için de beklenmedikti.)



Tam anlamıyla bir mahalle fotoğrafçısıydı o. Göz boyayan ışıklı panolarında size sadece 23 dakika zaman ayıracakları yazılı olan şu ana caddedekilerden değil. Onlar fabrika gibi “Ekispires” iş çıkarmalılar ki, hızlı baskı veren son model makinelerinin ve panayır yeriymiş gibi süsledikleri dükkanlarının parasını çıkartıp, üzerine de iyi bir kazanç elde etsinler.



Onun için ise yiyecek, giyecek, başını sokacak bir yer ve sağlık için gereken bir yana, para sadece daha iyi bir fotoğraf makinesi içindir (yine de en çok evladiyelik makinesine güvenir). Daha fazla parası olsa, onu harcayacağı bir ailesi, basit de olsa bir amacı ya da bir hırsı olması gerekirdi. Bunların hiçbiriyle uğraşmadığı için fazla parası olması da gerekmedi. Parayla elde edilebilecek kimi güzelliklerden de eksik kaldı böylece yaşamı. Ama ona sorarsanız yaşamının ne kadar renkli geçtiğini anlatır banyosunu yaptığı her fotoğrafta...



Bütün gün siz zamanınızı para kazanmaya harcarken, o evinin hemen aşağısında, eski eşyalarla döşenmiş, duvarları türlü ilginç fotoğraflarla süslenmiş dükkanının gösterişten uzak loş ortamında, kendine özel, çok zevkli ve renkli bir yaşam sürer.



Banyosunu yaptığı her fotoğrafa bir ebenin doğacak çocuğa gösterdiği ilgiyi gösterir. Bir hattat titizliğiyle inceler görüntünün her çizgisini. Neredeyse sapık bir röntgenci tatminidir hissettikleri iş üzerindeyken... Çekilen her fotoğrafa yaşanmış bir anın kendine has rengi hapsedilmiştir ve fotoğrafçının görevi onu oradan alıp kağıt üzerine aynen yansıtmaktır. Kırmızıyı biraz fazla kaçırırsan puslu bir göğün bütün havasını bozarsın. Işığını iyi tutturamazsan gülümseyen bir yüzü küstürürsün. Bir çiçeği soldurmak ya da en doğal renkleriyle açtırmak da senin elinde. Her şey senin elinde; özeninde, becerinde, estetik görüşünde... Otomatik bir baskı makinesinin karşısına geçip, gerekli düğmelere basmaktan fazlasını yapmayı gerektirir bu endişe. Yoksa herkes basar düğmelere, ne olacak, müşterinin kendisi bile... Ne özelliği kalır o zaman bu sanatın? Fotoğrafçılık mesleğinin ne özelliği kalır?



Onun banyo edip bastığı bir çiçek fotoğrafı mis gibi kokar, üzerindeki bal arısının vızıltısı gelir kulağınıza. Devrilmiş bir şişeden akan şarap ağzınızda buruk bir tad bırakır. Dört nala koşan bir at fotoğrafından yüzünüze kuvvetli bir rüzgar çarpar. Yağmurlar ıslatır. İnsanlar size seslenir. Kemancı sizin için çalar onun fotoğraflarında...



Akşam siz yorgun argın evinize gelip dinlenmeye çekildiğinizde o, gündüz banyosunu yaptığı fotoğraflardaki insan yüzlerinin ifadeleriyle, manzara fotoğraflarındaki hayranlık verici görüntülerle kafası dolu ama zihni rahat gelir evine. Yemeğini yedikten sonra televizyondaki bir belgeseli ya da filmi izleyerek kafasında yepyeni fotoğraf görüntüleri canlandırır. Müşterilerin siparişleri dışında kendi için özel olarak çoğalttıklarının ya da fotoğraf amaçlı hafta sonu gezileri sırasında çektiklerinin en iyilerini kapsayan geniş bir koleksiyonu vardır. Haftada bir, taa ilk sayfasından başlayarak gözden geçirir onu, koleksiyon değeri olan yeni fotoğrafları diğerlerinin arasına, heyecanını da içine sığdırmaya çalışarak.



Bazı geceler günün yorgunluğundan ya da monotonluğundan kendinizi biraz olsun kurtarmak ve eğlenmek için gittiğiniz meyhane, bar ya da pavyonda rastlayabilirsiniz ona. Haftanın üç gecesi babadan kalma fotoğraf makinesini alıp o pavyon senin bu meyhane benim dolaşmayı alışkanlık haline getirmiştir.



Metresiniz görür endişesiyle karınızla ya da karınız görür endişesiyle metresinizle... evlenme teklif etmeyi ya da evlilik vaadiyle kandırmayı düşündüğünüz sevgilinizle... işlerden biraz olsun sıyrılmak için geldiğiniz ama en iyi bildiğiniz konu olduğu için yine işlerden bahsettiğiniz şirketteki arkadaşlarınızla erkek erkeğe... kalçalarına hayran olduğunuz sekreterinizle ya da kalçasının üzerinde taşıdığı cüzdanına hayran olduğunuz patronunuzla... işten sonra özel bir müşterinizle ya da özel bir müşterinizle iş tutmadan önce... Lüks içinde yüzen mutlu insanlarsınız ya sizler, beraberce yüzer sizinle, fotoğraflarınızı çeker, yüzünüze anlamlı anlamlı bakarak getirir ve elinize tutuşturur. Fotoğrafınızı nasıl bulduğunuzu, onun gördüklerini görüp göremediğinizi kestirmeye çalışır yüzünüzden. Siz ise bakışını yanlış anlar ve para verirsiniz ona. Sadece sizi kırmamak için alır, almasa da olur aslında. Niye alsın ki, lüks içinde yaşayıp bir de para mı alacak üstüne... Ona verdiğiniz mutluluk yeter, gerisi açgözlülüğe girer.



Bazen fotoğrafınızı çektirmek istemez, onu bir magazin gazetecisi sanarak üzerine yürür, pataklamayı düşünmekle kalmaz, fotoğraf makinesini de kırmak ve içindeki filmleri yakmak istersiniz. Onu dövün ama n'olur fotoğraf makinesine bir şey yapmayın. Çünkü yaşamın değişik renklerini ancak makinesinin karanlık odasından yakalayabiliyor o.



İlkin kendi için çeker o fotoğrafları, ama bir o kadar da sizin için. Sizin o önemli iş bağlantısını yaptığınız günde, o kaçamağınızda -tabii eğer isterseniz- ya da hiçbir özelliği olmayan o herhangi bir gününüzde nasıl göründüğünüzü göstermek ister size: Ne masum düşler kurduğunuzu ya da ne haince planlar yaptığınızı, ne kadar mutlu olduğunuzu ya da mutlu gözükmek için ne kadar çaba harcadığınızı... Neleri yaşadığınızı, neleri yaşadığınızı sandığınızı... Objektife ne kadar objektif baktığınızı yani... Tabii fotoğraftaki görüntünüzden okuyabilirseniz bunları. Çünkü fotoğrafa konu olduğunuzu bilir, hemen bir gülümseme takınırsınız yüzünüze. Ve çoğu kez girdiğiniz rolü o kadar iyi canlandırırsınız ki, içtenliğinize kendinizi bile inandırırsınız. O mu? Poz verirken istediğiniz kadar şekilden şekile girmeye çalışın, yüzünüze, duruşunuza yansır iç dünyanız ve bu onun gözünden kaçmaz. Şıp diye anlayıverir fotoğrafınızdan durumunuzu ve senaryonuzu yazabilir yaşamınızın; umutlarınızın ya da umutsuzluğunuzun, kibarlığınızın ya da ikiyüzlülüğünüzün... Bu da işinin farkında bile olmadan ona kazandırdığı bir yetenektir. Tıpkı sporcuların reflekslerinin, körlerin işitme duyularının gelişmiş olması, yorgancıların sakin ve huzurlu insanlar olmaları ya da politikacıların yalan söylerken yüzlerinin kızarmaması gibi... Fotoğraf makinesi asla yalan söylemez. Ve o da çok iyi tercüme eder söylediklerini.



Moda ve reklam fotoğrafçılarını, gazetelere satmak için fotoğraf çekenleri fazla sevmez. Kurgulandığı her halinden belli, orijinalliği bozulmuş, hatta fotoğraf hilelerine başvurulmuş görüntüler hoşuna gitmez. Hayal değil gerçeğin kendisidir onun aradığı, resim sanatına da bu yüzden ilgi duymaz. Fotoğrafın estetik değeri, gerçekliğiyle doğru orantılıdır. Otomobilin altında kalmış kanlar içindeki bir atın, soğuktan titreyen bir dilencinin fotoğrafı ne kadar net çekilmişse, onu çeken de o kadar duygusuz, bencil ve içi kötülük dolu bir insandır; makineyi titretmeden çekilebilir mi hiç böyle fotoğraflar. Evinin duvarlarını yeni bir fotoğrafa yer bırakmamacasına kaplayan özel sergisi hoşunuza gitmeyebilir bu yüzden. Görüntülediği gerçeğe üzülür, ama onu değiştirebileceğini, bir katkısı, yardımı olabileceğini düşünmez bile. Çocukları çekmeyi sever en çok, ama tek bir çocuk yanağı okşamamıştır. Dostane gülümseyen bir insanla el sıkışır, güzel bir kadının boynunu okşar (tabii ki kendi çektiklerinde değil, moda ve reklam fotoğrafçılarına tek bu yüzden imrenir), gökyüzüne dokunur, kalabalığın arasına karışıp kaybolur, uzak denizlere gemi yolculuğuna çıkar, dünyayı dolaşır... Tüm maceralarını karanlık odasında gerçekleştirir.



Yaşamın içinden bulur çıkarır konularını ama tabii para için yapmacıklığa boyun eğmek zorunda kaldığı da olur. Vesikalık fotoğrafları iki ayrı anlayışla çeker. Müşteriyi memnun etmek için olanları çok uğraştırır onu. Huzursuz bir bakışın, kambur bir sırtın, yamuk bir boynun, gergin bir yüzün yok edilmesi gerekir. Arka odada çift çeneyi teke indirmek, bozuk ciltleri pürüssüz kılmak, radar kulakları gizlemek, testere gibi dişleri törpülemek, patlak gözleri makyajlamak gibi mucizeler gerçekleştirir. Müşterilerin, kendilerini hiç olamayacakları insanlar olarak gösterip kandırmalarına izin verir. Ama kendi koleksiyonuna kattıkları, iki zoraki gülümseme arasında çektiği o somurtkan ya da şaşkın, kazıklandığı düşünceleriyle dolu ya da sinsi yüzleridir müşterinin -o zaman işte kendi modelidir müşteri. Caddelerdeki, kafelerdeki, bir sinema salonundaki insanların fotoğraflarını gelişigüzel çekmek, o an kendilerinin bile fark etmediği düşüncelerini sonradan karanlık odasında gün ışığına çıkarmak ister ama yapamaz, kimsenin anına tecavüz etmeyi kendine yakıştıramaz.



Fotoğrafçılığın bir sanat mı yoksa bir sanatsı mı olduğu tartışılır ya... Onun çektikleri sanattan bile ileridir. Hiçbir sanat insan ruhunu, fotoğrafçılığın onunkini beslediği kadar besleyememiştir.



İşte bizim yaşlı mahalle fotoğrafçısının renklerinden memnun olduğu bu yaşamı, bir günün akşam üzeri, tam dükkanı kapatacakken gelen bir müşteri sayesinde değişti. Adam bir fotoğraf makinesi uzattı ona, filmi banyo edilmek üzere. “Ama...” dedi fotoğrafçı, makineye bir baktıktan sonra, “...sanırım henüz bitmemiş içindeki film.” “Emin misiniz?” Fotoğraf makinesini geri aldı sahibi ve kurcalarken: “Klik...” Deklanşöre bastığı makinenin flaşı, fotoğrafçının yüzünde patladı. Gözlerini kamaştırıp parlak ışığın etkisinden kurtulmaya çalışırken, fotoğraf makinesi filmi sarmaya başladı. “İşte şimdi bitti...” dedi yaşlı fotoğrafçı kamaşan gözlerini kırpıştırıp gülerek. Sonra adam filmi bırakarak çıktı gitti.



Bu iş imdadına yetişmişti. Bütün gün yeni hiçbir iş olmamasından dolayı canı sıkılmış, bir uyuşukluk, yorgunluk çökmüştü üzerine. Şimdi biraz çalışıp dinlenebilirdi. Karanlık odaya geçip filmi banyo etmeye başladı. Hiç tanımadığı birisinin, hiç bilmediği yaşamına girmek ne kadar da zevkliydi. Adamın, biri karısı, diğeri metresi olduğunu tahmin ettiği iki kadınla ayrı ayrı zaman ve mekanlarda çekilmiş karelerin banyosunu yaptı. Karısının yanında ya da ona poz verirken kameraya zoraki gülümsemiş olduğu her halinden belliydi. Birkaç karede mutlu gülümsemelere rastlayabildi, ama bu kez karısı gülemiyordu. Masaların üzerinde ya da avuçlarda resmedilmiş içki şişelerinin anlattığı senaryo, beraber yaşamaktan bıktığı ama bir nedenden boşanmadığı karısına, kinini sarhoş olduktan sonra ortaya çıkardığı ve ona kötü sözler söyleyip, belki de hakaret ettiğiydi. Karısı ise böyle durumlarda, her tipik ev kadını gibi evinin direğine toslamaktan çekinip, gülümsemesinin arkasına gizlediği kederini resmettirirdi objektife. Gerçeğe benzer gülümsemeler metresi olduğunu tahmin ettiği kadınlayken daha çok görülüyordu ama o da yeterli değildi fotoğrafçının o yüzlerce mutlu gülümseme görmüş gözleri için. Adama gerçekten mutlu olduğu bir kare bile veremeyeceğini hissederken, son banyo yaptığı film yavaş yavaş göstermeye başladı sakladığı yüzünü. Yakın çekim, yorgun bakışlı, gençliğiyle arasındaki yılları simgeleyen kırışık alınlı, mutlu sayılabilecek bir yüz ifedesinden yine tamamen uzak başka bir adam...



Yıllarca fotoğrafçılık yapmış bir insanın kendi fotoğrafına hiç bakmamış olduğuna inanabilir misiniz? Fark ettiğinde o da inanamadı. Onlarca yıl ve binlerce fotoğraftan sonra hiç ummadığı bir anda karşısına çıkan bu kendi fotoğrafını tanıyamadı önce. Sonra hatırladı yüzünde patlayan flaşı. Yanlışlıkla çekilmiş o son kare fotoğrafı istense bu kadar başarılı olamazdı. Bu kadar iyi anlatamazdı yaşamını. Sanki derin bir uçuruma düşermiş gibi, aslında hep orada yaşadığını düşünmeye başladığı dibine düşüverdi yaşamının, yer çekimi hızıyla... Sağlam bastığını sandığı, belki de sağlam basıp basmadığını hiçbir zaman sorgulamadığı yaşam toprağı ayaklarının altında kaymış, onu yaşama bağladığına inandığı film şeritlerinden birisi tam düşerken boynuna dolanıp onu boğmaya başlamıştı. Yaşamını bağladığı şey şimdi celladı olmuş, giderek daha fazla sıkıyor, sıkıyordu boynunu... Fotoğraflarla ne kadar renklendirmeye çalışırsa çalışsın sonuçta karanlık bir odada geçiyordu yaşamı. Ve içeride geçirdiği bütün bir yaşam boyunca ışığı görmemekte direnmişti. Şimdi ise bu ışığın çaktığı o tek bir an gözlerini kamaştırmış, yaşamını karartmıştı. Çevresi durmadan kararıyor, kararıyordu. Kurtulmalıydı... bir an önce kurtulmalıydı. Çekmecesindeki bıçağı buldu hemen. Boğazına dolanan o film şeridini kesmek üzere, sivri ucunu tam etine kadar getirmişti ki, bir şey elini durdurdu...



Bıçağın ucu boynunun derisini kesip kanatmışken, gözü, açtığı çekmecedeki bir fotoğrafa takılmıştı. Bir türlü koleksiyonuna mı alsın, yoksa koleksiyon değeri olmayan diğer fotoğrafların arasına mı atsın, karar veremediği bir fotoğraf... Hep bir şeyler yapması gerektiğini düşünmüştü o fotoğraf için, koleksiyona katılabilirdi gerçekten ama bir şeyleri eksikti işte. Bir eli boğazına dayadığı bıçakta, diğeri kendi gibi kaderi belirsiz fotoğrafta, bir süre öyle kalakaldı. Bıçağın boğazından akıttığı bir damla kan, fotoğrafın üzerine damladı. Kan, fotoğrafa içinde eksik olan şeyi, canlılığı kattı. Ve fotoğrafçının kafasında da onu koleksiyonuna katacak fikri oluşturdu. Kan... Kırmızı... Kırmızısı eksik olmuştu fotoğrafın. Biraz kırmızıyla yaşama katılabilir, çekildiği anın canlılığıyla yaşayabilirdi fotoğraf albümünde...



Hemen işe koyulmalı, bu fotoğrafı canlıların dünyasına kazandırmalıydı. Sonra da bütün koleksiyonunu bir daha gözden geçirecekti, bütün yaşamını... Ondan fotoğraflarını profesyonellikle beraber büyük bir şevkatle banyo etmesini beklemiş ve bekleyen onca insan vardı. 23 dakikalık ilgiden fazlasına ihtiyacı olanlar... Onlar için ne kadar gerekliydi el emeği. Fotoğrafçılık, yaşamı için ne kadar gerekliydi. Yalnızca onu yaparken mutluydu aslında ama... mutluydu ya ne fark ederdi. Bütün insan yaşamlarını kucaklayacak kadar mutluyken kendi yaşamına yetemiyor diye kolları ne hakla şikayet edebilirdi, o insanların kendine ihtiyacı vardı.



Bu düşünceler biraz önce düşmeye başladığı uçurumun dibine o düşmeden birkaç saniye önce öyle sağlam ve gergin bir bez gerdi ki, dibe ulaştığında bez, onu aynı hızla gerisin geriye uçuruma düştüğü yamaça fırlattı.



Hemen çalışmasını tamamlamalıydı ki yarın öğleye o adamın istediği filmleri en iyi renkler ve en iyi tonlarda geri verebilsin. Ama o da ne... Biraz önce banyo ettiği filmlerin, negatifleriyle beraber masanın üzerine, yerlere paramparça dağılmış olduğunu gördü. Deminki kriz anında bunu kendi elleriyle yaptığın anladı. Şimdi ne olacaktı? Yarın o adama ne diyecek, nasıl bir özür bulacaktı? Böyle bir suçun özrü olabilir miydi? Yaşanan bir an nasıl bir daha yaşanamıyorsa, o anın fotoğrafı da bir daha asla çekilemezdi.



Boynundan sadece biraz uzaklaştırdığı ama elinden hiç bırakmadığı bıçak, bu kez sonuna kadar girdi etine...





(1997 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri Dikkate Değer Öykü)


RESMEN





Sırasıyla bir köprü, bir kır görünümü, 23 yaşında bir kız ve bir mağaraydı o dönem resmettiklerim. “Köprü”yü bitirmek üzereyken bunun gerçekten içime sinecek bir çalışma olacağını anladım. Şimdi yapacağım, her zaman yaptığım gibi, zihnimdeki köprünün beni götüreceği yerler konusunda kendimi son bir kez özgür bırakmak ve eserin kusursuz halini oluşturmak üzere modelimden ayrılmaktı. Bir sevgiliyi terk etmek gibi bir şeydir bu. Ama benim vicdanım sızlamaz. Kalpsiz biri olduğumdan değil, yalnızca nesnelerin kendilerinden çok imgelerini sevdiğim için (kollarındaki sevgiliden çok düşlerindekine âşık olan birçok insan gibi). Tabii ben imgelerden oluşan yaşamımın nesnel dünyanın çekim gücünden koparak sonsuzlukta kaybolmasına izin vermem (bir sevgilinin imgesini gözünde fazlaca büyüten insanın ilişkilerinde yaşadığı türden sorunlar yaşamam). Ama bu son sevgilim öncekilerin en gözü karası çıktı. Ve en taş kalplisi! Benden öyle bir intikam aldı ki nesnel varlığını yaşamımdaki imgelerin arasına sonsuza kadar kazıdı: Zihnimdeki yerini yanıma alıp gerçeğini geçmişte bırakarak evime çekildiğimde kötü bir haberle tekrar geri dönmek zorunda kaldım. Köprü çökmüştü..! Tam anlamıyla çökmüştü..! Ve bunun gözle görülür hiçbir nedeni yoktu, ne bir sel, ne bir fırtına, ne de üzerine fazlaca yüklenmiş bir ağırlık. (Terk edilmiş ve aldatılarak eskitilecek bir sevgilinin intiharı mıydı!?)



Sevinsem mi üzülsem mi bilemeden, köprüyü yıkılmadanki haliyle görmüş son kişi ve resmetmiş ilk ve son ressam olduğumu düşündüm. Gerçi tuvalin karşısına geçtiğimde bir fotoğraf sanatçısı gibi çalışmam, karşımdaki gerçekliği bir çıkış noktası olarak görür, sonrasında düş gücümün beni alıp götürdüğü yerlere gitmekte nazlanmam, tam tersi buna özellikle önem veririm. Bu yüzden köprünün teknik özelliklerini, taşlarının bir arkeologu hayran bırakacak yapısını ve sürrealist bir duvar ustasını kıskandıracak dizilişlerini, derenin üzerinde çizdiği o hoş kavisin bire bir açısını ya da bir mühendise, mimara konu oluşturabilecek gerçek özelliklerini bulamazsınız benim resmimde. Ben onu kendi bildiğim şekilde, dahası ben de dahil kimsenin bilmediği bir şekilde oluştururum. Aynen doğanın onu en başta oluşturduğu gibi. Size söylemedim, köprü insan yapımı değildi, nehrin üzerinde yükselen bu estetik taş yığınının en büyük özelliği, taşların arasında biten bitkilerinki gibi şaşırtıcı bir kendindenlikti. Taşların nasıl böyle bir araya geldiğini kimse bilmiyor, ama hiçbir mimari tarza uymayan bu şaheseri bölgede yaşayan eski insanların yapmadığı düşünülüyordu. Yoksa yörenin efsaneler yönünden zenginliğine bakarak düş güçlerinin oldukça gelişkin ve verimli olduğu anlaşılan dedelerden ya da dedelerin dedelerinden beri anlatılan bir hikayesi olurdu. Oysa böyle bir şey yok ortada. Belki de çok uzaklardan geldiği ve yeni kaynaklarla beslenmediği için kuruyan bir nehir gibi unutulup gitmiştir efsanesi. Böyle de olsa, yöredeki insanlar gibi ben de onun bir doğa mucizesi olduğunu düşünüyordum. Üzerinden kasabaya gelen ya da aramızdan ayrılan onlarca insanın, arabanın geçtiği çok yerinde bir mucize hem de. Mucizeler bile yok olabiliyor. Onların yanında sadece hoş bir yaratı olarak kalmış şeyler daha uzun yaşıyorlar bazen. Kasabanın bir zamanlar köprü olan, şimdi nehrin üzerinde küçük bir yarımada oluşturan yıkıntısının yanında benim “Köprü” resmim gibi.



Bir de kasabanın biraz uzağındaki bir ovayı, işlek bir limanın çarşısındaki kalabalığı aratmayacak yoğunlukta dolduran türlü renk ve çeşitteki çiçeklerle, benim “Çiçek Bahçesi” tablom gibi (Önceleri adı “Doğanın Çiçek Bahçesi” idi)... Bu yoğunlukta bir insan kümesinin yaşamını kaybetmesine yol açacak yangın, ancak napalm bombalarıyla mümkün olabilir ve bundan bir terörist örgütün sorumlu tutulması beklenirken, çiçek bahçesinin (doğanınkinin) yanıp kül olması için bir kibrit oyunundaki belki de tek bir kibritin söndüğüne dikkat edilmeden atılması yetmişti. Ve bilmem kaç hektarlık alanın o güzelim renklerini anılarda bırakarak karalara bürünmesinden, cahil insanların tipik kaderciliğiyle yetiştirilmişlikleri sonucu “Tanrı babamız böyle istedi; azabını niye biz çekelim...” diyerek umursamaz gözüken o iki afacan çocuğu kimse sorumlu tutmadı.



Yöre halkının bu davranışı çok şaşılacak bir şey değildi aslında. Doğanın çiçek bahçesi ekilebilir toprak olmadığından yanması onların gözünde önemli bir kayıp olamazdı ve “yararsız olan güzel de olamayacağından” estetik değerlerden söz bile edilemezdi. Yaşamın güzelliklerine belki varlığımızı değil ama onu algılayıp anlamlandırmamızı borçlu olduğumuzu fark edemeyen bu insanlar için varlık olmak varlıklı olmak anlamına geliyordu. Ama hepsi için değil, diye düşünmüştüm o zamanlar..! Çünkü bazıları doğanın çiçek bahçesindeki binlerce çiçeğin mis gibi kokuları ve renkleriyle benim “Çiçek Bahçesi”nde yaşadığını düşündüklerinden, resmimi görmeye beni ziyarete gelmişlerdi, yangından az sonra. (Yoksa burası bir keşfedilmemiş sanatçılar kasabası falan mıydı!) Aslında onlar şaşılası bir anlayışla çok gelişmiş sanatsal görüye sahip değillerdi, sadece mucizelere inanıyorlardı. Mucize derken tablomu kastettiklerini söyleyemem, onların düşündükleri mucize, olduğunu sandıkları o Tanrısal olay, evet tablomla çok yakından ilgili hatta onun içinde bir yerlerdeydi ama daha başka bir şeydi. O zamanlar benimle ilgili şüphelendikleri bir şey olduğundan ancak şüphelenebilirdim. Her iki taraf da, yani beni ziyarete gelen köyün ileri gelenleri de, bundan büyük bir onur duymuş bendeniz de (sanatın halka yayılmasını destekleyen saf bendeniz de), tam olarak ne düşünmemiz gerektiğini bilemeden birbirimizi sinsi gülüşlerle süzmüş ve sonra da yarım ağızla iyi günler dileyerek bu ilginç olaylara gebe görüşmeye bir son vermiştik.



Onlar da ben de şüphelendiğimiz şeylerde haklı olduğumuzu, daha doğrusu şüphelendiğimiz gibi ortalıkta bir şeylerin döndüğünü bir sonraki tablomu bitirdiğimde anladık. Kasabalıların deyişiyle “tablomla birlikte modelimin de işini bitirdiğimde...”



Bu kez güzel mi güzel bir kızdı söz konusu olan, Tanrı özenmiş de yaratmış denen türden. Sanki o kadar hareketli olup özgürce salınsınlar diye o kadar yuvarlak yapılmış memelerinin tüm diriliği; hastalık terinin sevişme terine, acı titremelerin zevk kasılmalarına dönüştüğünü siz düşleyesiniz diye ona armağan edilmiş teninin pürüzsüz sertliği; üzerine dudaklarınızı bastırarak ona yaşam üfleyesiniz de oyunbozan ruhu kaçıvermesin diye adınızı sayıkladığına yemin edebileceğiniz iri ve dolgun dudaklarının tüm davetkarlığı ruhunuzun baş köşesinde kurulduğu yerinden kalkmamakta ısrarla direndiği halde birkaç gece önce çaresiz bir hastalığa yenik düşen, tuvalime tutkuyla resmettiğim hiç uğraşsız zaten bir tablo gibi olan o 23 yaş gülümsemesini (gerçeğini) artık yalnızca böceklerin ve solucanların görebileceği genç kız... Ve cenaze bitiminde başka bir toplulukta olsa ölüye saygısızlık olarak nitelendirilebilecek şu sahne: Bir süre önce evimi ziyarete gelen kasabanın ileri gelenlerinin başı çektiği bir kalabalık, bir daha kasabanın sınırları içerisindeki ve çevredeki “hiçbir şeye dokunmamam” konusunda beni uyarıyorlar. (Kasabadan kovmuyorlar çünkü konukseverliklerine laf gelsin istemiyorlar!) Kısa ve yetersiz bir açıklamayla -henüz onlar da olayı tam olarak çözememiş çünkü- şeyleri resmederek önce yaşam kaynaklarından, ruhlarından çaldığım renklerle paletimi süslediğimi, sonra bu renkleri bir bez parçasının üzerine akıtarak vücutlarını da tutsak ettiğimi ve sonuç olarak onların canlılıklarını sömürdüğümü, kanlarını içtiğimi ileri sürüyorlar. Bu güce sahip kişinin ancak bir şeytan, bir vampir olabileceğini, üzerimdeki bu sempatik, herkes tarafından sevilen ve her zaman mutlu gözüken insan kılıfımın gerçek korkunç yüzümü saklayabileceğim biçilmiş kaftan olarak düşüncelerini doğruladığını, onları küçümsemememi çünkü Tanrının şeytana karşı hep insanlardan yana olageldiğini ve eğer benimle bir savaşa girerlerse onlara güç vereceğini söylüyorlar. (Kendine güven kendine güvendir. Tanrıya güven (yine) kendine güvendir. Kendilerine -ve birbirlerine- güvenmediklerini çok iyi bildiğim bu insanların da evlerine gidip Tanrıya yakardıklarında, aralarındaki anlaşmanın aksine, belaya karşı güç değil, belanın kendi kendine yok olması için bir mucize dile(n)diklerine emindim.)



İşte yeryüzünde sıkça rastlanılan bir insan tipi. Kendi dünyalarıyla tüm insanların yaşadığı dünyanın bire-bir çakıştığını düşünüp, duyu organlarıyla kavrayamadıkları her şeyi gökyüzüne, öbür dünyaya ait sanma yanılgısına düşenler. (Halbuki dünya üzerinde ne çok “öbür dünya“lar var.) Dedelerinin mirasını reddedercesine kısırlaştırdıkları düş güçlerinin cılız itkisiyle sanki Tanrıya yakınlaşabilmişler gibi, kendilerine uzak gördüklerini şeytana yaklaşmış görme eğiliminde olanlar.



Onları fazlacana suçlamayalım da, bir an haklı olduklarını düşünelim, yaratıcı gücümün Tanrınınkine birazcık yaklaştığını var sayalım. (Ama sadece “yaklaştığını” ve sadece “birazcık”.) Bu beni ne Tanrı yarısı ne de hep kötülük beklediği için hep kötülük bulan bir zihnin doğal çıkarımı olarak şeytan yapardı. Hep doğuya gidip batıya ulaşılmasaydı, dünyanın en yüksek dağının bile bir zirvesi olmasaydı (Tanrı dillerimizi karıştırmasaydı da göğe doğru uzayıp giden Babil Kulelerimiz olsaydı), sesleri belli bir desibelin altında ve üstünde artık duyamaz olmasaydık, köfte ızgarada belli bir süre kızardıktan sonra kömürleşmeye başlamasaydı, katılar erimeseydi, sıvılar buharlaşmasaydı, yağmur yağmasaydı, kış gelince göller donup ince yerlerde üzerine basmak çeşitli riskler taşımasaydı da dikkatsizce basıp, boğularak ya da donarak ölmeseydik ve böyle uzun cümleleri bitirmek için noktalama işaretlerini yaratmasaydık sonsuzlukta kaybolmaz mıydık?



Korkak, aciz, batıl inançlara eğilimli ama tüm bunlara rağmen gene de mayalarının iyi olduğuna inanmak istediğim bu insanlara ne diyeceğimi bilemedim. Çünkü bana öyle bir bakıyorlardı ki, sanki düşüncelerini haklı çıkarmak için maskemi sıyırıp altındaki patlak gözlerim, sivri dişlerim, ne bileyim belki boynuzlarımla canavar yüzümü göstermemi bekliyorlardı. Bu nedenle haklı olduklarına emin olmak için, bir sonraki resmimi yapmama ses çıkarmadılar. Her şey ondan sonra belli olacaktı: Başımıza gelenler ya bir rastlantı olacak ve gülünüp geçilecek, en fazla bir doktor ya da mühendis kadar saygı görecektim kasabada; ya da gerçek bir canavara dönüşecektim.



Kanını emmek için bu kez seçtiğim kurbanım kasabalının itiraz etmeyeceği bir yapıydı: Yakınlardaki bir mağara. Günün belli saatleri yanıma birisi yollanıyor ve eserimin sonucu inceletiliyordu. Ayrıntılarla sizi sıkmayayım, mağarayı da hallettim! Gerçekten güzel olmuştu. Şimdi gidip baksanız “Tanrının işi” bir heyelanla kapanmış üst girişinden bir zamanlar sızan ışığın bana modellik eden o mağarayı cilalanmış gibi aydınlattığına inanamazsınız. “Aydınlık Mağara” tablom -artık adı “Bahtı Kara Mağara” olmuştu- kasabalının benim gerçek bir iblis olduğum yolundaki kanılarını doğruladı ve kasabanın sınırları içerisinde resim yapmam kesinlikle yasaklandı. Şeytana bu kadar kafa tutma cüretini göstermiş olmak bile kasabalının o monoton yaşamı için fazla bir şeydi, o yüzden beni oradan kovmak, taşlayarak ya da kalbime kazık çakarak öldürmek gibi yöntemlere başvurmadılar (tablolarımı hep gündüz aydınlığında yaptığım halde vampir olduğumdan şüphelenenler vardı hâlâ). Bunu bir anlamda kasaba öğretmenine borçlu olduğumu, kendisi bir ziyareti sırasında kulağıma çıtlattı: Kasabalının benden gerçekten de korktuğunu, ama fazlaca korkunun bazen cesarete dönüşebileceğini unutmamam gerektiğini, gene de insanların heyecanlarını biraz da olsa yatıştırarak bana karşı olası bir kötü davranışı şimdilik önlemeyi başardığını söyledi.



O zamanlar içinde bulunduğum bunalıma yakın ruh durumum, bütün yaşamım boyunca tuvale yansıtmaya çalıştığım duygularım, bilinçaltım ve düş gücüm gerçekliğini sorgulamaya başladığım düşüncelere sürüklemişti beni. Sorgulamalar bir sanatçı için doğaldır, ama bunları dost bildiğim bu kasaba öğretmenine, üstelik estetik ölçülerde yontup inceltmeden açmam hataydı. Dosttu, tüm kasabalı gibi mayası iyi bir insandı, hiçbirinin olmadığı kadar eğitimli, bilgili ve kültürlüydü ama ne yazık ki o bir görmemişti. O yüzden şömine ışığında yüzlerimize gizemli bir renk sıçramışken ona anlattıklarımı işlenmemiş bir maden olarak görüp, süsleyip, boyayarak taşra gazetesine yetiştirmeyi, dünyadan uzak bu yeryüzü parçasında ele geçirebileceği tek ünlenme fırsatı olarak görmesini bir ölçüde anlayabiliyorum. Sonuçta Araştırmacı Gazetecilik söz konusu olduğunda yeryüzünde uzak diye bir yerin olmadığı ortaya çıktı. Taşra gazetesindeki haber, buralara tatile gelmiş bir kent gazetesi muhabirinin ilgisini çekti, adam patronun gözüne girme düşüncesiyle tatilinde bile haber peşinde koştuğu için bu haberin üzerine atladı, böylece kentte yakalayamadığı ünü bu tür düşüncelerden uzaklaşmak için geldiği taşrada bulmuş oldu. Kısa bir zaman sonra kent gazetelerinin dedikodu sütunlarına terfi eden, oradan da baş sayfalara bulaşan, gündem değiştirmek için oluşturulduğu çok kimse tarafından algılanan ama yine de gazetecilerin uzunca bir zaman birbirleriyle yarışırcasına ziyaretime gelmesine yol açan haberler çıktı. Genç ve güzel kızların “artiz” yapılması gibi, ilginç durumum da haber yapılmıştı kentte.



Tanrının Kıskandığı Ressam... Daha ilk gençlik ve ressamlık yıllarımda yaptığım oto-portremin altında bu başlıkla verilen ilk haberlerde, eserlerimi fark eden yüce Tanrının, en büyük usta, en ulu eleştirmen olarak bana bağışladığı yeteneğimi kullanmakta fazla ileri giderek kendi tablolarını ondan iyi resmettiğim, onun yarattığı güzelliklerin kat kat güzellerini yeniden yarattığım için sinirlendiği, rakibini kıskanan başarısız bir ressam gibi kendi yaptıklarını yok etmeye başladığı yazılıydı. (Demek ki o dönem yapacağım bir oto-portre intiharım olurdu!) Gazetede, kasabada resim yapmamın yasaklanması haberi kasabalıların ağzından çıktığı söylenen şu başlık ile veriliyordu: “İyi ki gökyüzünü resmetmemiş, yoksa başımıza yıkılırdı.”



Böyle şeylerin aklına gelmesini insan engelleyemeyebilir, ama bir gazetede haber olarak gördüğünde gözlerine inanamıyor. Zaten haber de (bana takılan ad haricinde) bir süre konuşulduktan sonra önemini yitirdi ama kasaba öğretmeni taşra gazetesinde yazmaya, kent gazetesi muhabiri televizyona program yapmaya ve tablolarım da gerçekten büyük fiyatlarla alıcı bulmaya bugün bile devam ediyor. (Sanatsal değerlerinden emin olduğum için çok satılıyor olmalarını fazla kafama takmıyorum -tablolarımdan söz ediyorum!)



Tabii o zamanlar bile bütün bu olayların, bir avuç suda kopan fırtına olduğunu biliyordum. İçimde gerçekten de fırtınalar kopuyordu ama bunda kasabalıların beni şeytan olarak görmesinin etkisi yoktu. (Her şeyi ünlenmek için yaptığıma inanan, kendisiyle sanki gizli bir anlaşma yapmışızcasına bana diğerlerinin arasında gizli gizli ve sinsi sinsi gülen öğretmenin dışında.) Komşu kasabanın yakınındaki bir tepede inzivaya çekilmiş çeşitli ulus ve dinlerin din adamlarının beni dünyayı ‘Kıyamet’e hazırlayan bir melek sanmaları da fazlaca ilgilendirmemişti beni. (Tüm insanlığı ilgilendirecek bu önemli olay yalnızca taşra gazetesinin arka sayfasında haber yapılmıştı. Bu din adamlarına göre ben Kıyamete kadar dünyadaki bütün güzellikleri -dünyadakinden çok daha farklı ve çok daha mükemmel şekilleriyle- tuvalimde koruyacaktım ve böylece insanlar bu dünyanın kusursuz bir örneğini öbür dünyada bulabileceklerdi; bir çeşit Nuh Peygamber’dim yani.) Benim kıyametim her zaman olduğu gibi kendi içimdeydi, o da resim yapamamaktı.



Ne büyük bir sınırlanmışlık... Ne büyük bir yanlış anlaşılma. İnsanlarınkini kastetmiyorum... Onlar hatasız doğar ve hatalarıyla ölürler (ama ya Tanrı!..) Birçok sanatçı örneğin, kaplumbağalar kadar yaşayabilseler Tanrı’ya ulaşabileceklerini düşünürler. Ürettikleriyle geldikleri yerden şöyle bir bakarak gidebilecekleri yeri, o en uzak görünen noktayı tahmin etmeye çalışır, bunu sanatlarının bir gereği olarak görürler. (Sanat bir macera değil, bir memuriyettir onların gözünde.) Sonuçta yaratana ulaşmaya çok yaklaştıklarını düşünerek, bulundukları yerden bile ona meydan okuyabileceklerine inanırlar. Kale önüne gelmiş kumandanın surları geçebilecek ve içerdeki orduyu yenebilecek gücü kendinde görüp teslim olmaları için kaleye elçisini göndermesi gibi.



Yeteneğimin körelmeyeceğini gösteren son tablomu tam 7 günde bitirdim. (Aslında 1 aydan az süren hiçbir çalışmam yoktur.) Kasabanın o baskı ortamında resim yaparken görülmemin hiddetle karşılanacağını bildiğimden iyice gizlenmiştim: Bir süreliğine kasabadan ayrıldığım süsünü verip evime gece gizlice girdim ve kepenklerin kapalı olmasına güvenmeyerek ışıkları açmadan, çok gerekmedikçe mum bile yakmadan gece gündüz (bunu saatten anlıyordum) karanlıkta tuvalimi boyamaya koyuldum, kör bir ressam gibi. (Yakalansaydım beni vampir diye suçlayanları hiç de tutarsızlıkla suçlayamazdım)



Tam olarak ne yapacağımı bilmeden –ama karşıma herhangi bir model almayacağımdan kesinlikle emin olarak- tuvalimi boyamaya başladım. Doğumumdan beri yüklendiğim her çeşit görüntüden ve renkten bağımsız soyut bir şeydi resmettiğim (belki de hepsinin karışımıydı), içimden gelendi ama onu anlatmanın yolu kelimeler olamazdı (neden ressam olunur ki zaten!). (Soyut ressamları ilk -ve son- o zaman kıskanmış olacağım, benim verdiğim anlamda kimseye hesap vermek zorunda olmadıkları için.) Bütün sanatçı yeteneğimi -beni bağışlarsanız- kustuğum bir eserdi.



İlk gün vicdanımın yüzeye çıkardığını sandığım bir takım görüntülerle (özeleştirel düşler diyorum onlara) boğuşurken yakaladım kendimi: Giderek yavaşlayan nabız atışlarının fon müziğini oluşturduğu kirli kırmızı bir gökyüzü ve çamurlu toprak rengi bir uzamda boyası şişmiş duvar gibi yer yer kabarmış bir tuvale ilk darbesini vurmak üzere yaklaşan bir resim fırçası görüyordum. Fırça, ucundaki rengi beze sürerek yaydığında, tuval, morarmaya başlamış beyaz, kaslı bir insan bedenine dönüşüyor; ucundaki renkle onu boyamaya başlamış fırça da, aynı anda, bu bedene batmış -mavimsi yeşilimsi değil de- kan renginde damarları belli olan korkunç bir elin işaret parmağının sivri kirli tırnağı görünümünü alıyor, nabız atışları durayazarken tuval bedende açılan yaradan ince bir kan damlası akarak fırça tırnağa eserin -cinayetin- ileriki aşamaları için yol gösteriyordu.



Bu ve benzeri görüntülerin beni içine düşürdüğü azaptan acemice bir gayretle de olsa kurtulmayı başarmasaydım sarhoş sürücülerin otomobilleriyle yollarda, kasapların satırlarıyla mezbahada, Nazilerin nefretleriyle toplama kamplarında, Tarantino’nun kamerasıyla filmlerinde ve Kosinski’nin sözcüklerle romanında yaptığını ben renklerle tuvalimde yapacaktım sanırım. Başardığımda altımda sonsuz bir okyanus ve tepemde karanlık ama açık bir gökyüzü (ya da tepemde okyanus ve altımda gökyüzü) olan bir uzamda, fırtınanın içinde olduğu halde durgun bir sudaymışçasına salınmadan giden bir yelkenlide tuvalimi boyarken buldum kendimi. Bu koca okyanusun dalgalarına bu kez gönüllü teslim oldum: Paletimin üzerinde karıştırdığım dünyevi renklerle yeryüzünde hiçbir şeyin ruhunda taşımadığı binbir çeşit yeni rengi yarattım. Sonra fırçamın tek bir hareketiyle tümünü paletten tuvale akıttım, zaten hep oradaymış gibi durdular. Fırçamın ucu sanki tuvale değil boşluğa dokunuyor, onu dolduruyordu. Her fırça darbesinde yalnızca o an için hissettiğim renkle boyuyor, içimden yalnızca o an ve bir saniye için geçen bir imgeyi oluşturuyordum. Kat kat boyuyordum ve bir renk diğeriyle birleşip bambaşka bir rengi oluşturuyor ama üçü de bir arada varlığını koruyordu; bir şekil başka bir şekli silikleştirmiyor yaşamına onun içinde -ya da diğeri bunun içinde- devam ediyordu. Gündüzle gecenin birlikte göründüğü, ruhların birbirlerinin içinde eriyip var olduğu, binlerce çalgının tek bir ritmi çaldığı bir dünya yaratılıyordu. Üçüncü ve dördüncü günler de böyle boyamış olmalıyım. Beşinci ve altıncı günler ne yaptığıma bakıp bakmama konusundaki kararsızlığımı bir kenara bırakarak yoluma devam ettim. Ancak yedinci günün sonunda anlayabildim ne yaptığımı; aslında tüm bu renk ve şekillerin birleşip de yeni bir şey oluşturmadığını, yalnızca bir zamanlar bir bütünken ayrışmış olanların tekrar ilk birlik hallerine döndüklerini...



İlk şaşkınlığım geçtikten sonra zihnimin karmaşıklığını dağıtacak bir parça ışığa ne olursa olsun kavuşmak amacıyla kendimi dışarı atmaya kalkıştım. Evim fazlaca büyük olmadığı halde bitmeyecekmiş gibi gözüken uzun koridorlardan geçerek, bir koridordan çıkıp bir başkasına girerek, birbirlerini kesen koridorlarda rasgele tercihimi yaparak ilerlerken artık bir kabusun içinde kaybolmuş olduğumu düşünmeye başladığımda tüm bunları sona erdirip kasabanın varlığını -ve içindeki kendi varlığımı- gözler önüne seren günün ilk ışıkları gözlerimi hoş bir parlaklıkla rahatsız etmeye başladığında ayıldım; evimin dönüştüğü bir labirentin içinde değil de kasabanın sokaklarındaydım... Uzun süre birbirini kesen koridorlar diye kasabanın hep birbirlerine açılan sokaklarında koşuşturmuştum. Evden çıktığımı anlayamayacak kadar ya zifiri karanlıktı gece, ya da o kadar kendimden geçmiştim. Kimseciklere rastlamadan (bir gün önce kasabanın pazarı olduğundan pazartesileri hep geç kalkılırdı) kasabada birkaç uzun tur atıp rahatlayabildim, serinkanlı düşünmeye başladım. (Bir vitrine yansıyan perişan halimi gördüğümde bana rastlayan herhangi bir kasabalının önce korkup kaçacağını ama bütün korkularına rağmen diğerlerini de toplayıp kalbime bu kez bir kazık çakmak üzere beni vahşi bir hayvan gibi kovalayıp kıstıracaklarına emin oldum.) Ama ilginçtir köpekler bu vahşi hayvana hiç havlamadılar. Birkaç tanesi kuyruğunu sallayıp yanımda yürüyerek bana arkadaşlık bile etti bir süre. (Şu köpekler insanın halinden anlıyor.) O zaman anladım ki şeytana benzeyen yalnızca dış görünüşümdü. İçimde ise ilginç fikirlerle dolu masum ve sempatik bir cin vardı olsa olsa. Cini biraz daha dolaştırıp daha fazla tehlikeye girmeden eve gittim, kepenkleri ve perdeleri açmadan önce tablonun ön yüzüne bir kağıt geçirdim, sonra da paketleyerek tavan arasına kaldırdım onu. Bir hafta boyunca hummalı gibi çalışıp ortaya çıkardığımın nasıl bir ŞEY olduğuna bakmadım. Baştan öngördüğüm gizliliğin yalnızca kasabalılara yönelik olmadığını yeni yeni itiraf edebiliyordum kendime. Ona insan gözüyle -bu bir sanatçının gözü de olsa- bakmamın çok da doğru bir şey olmayacağını, zaten, belki de onu görmeyi bile başaramayacağımı hissediyordum.



Bildiğim, bitmiş ve kusursuz bir eser olmadığı. Kusursuzunu yapmak için çabalamamak, 7 günde ortaya çıkanı günahlarıyla kabullenmek -aynen yaşamı kabullendiğimiz gibi- bana daha uygun geldi.



Birkaç yıl geçti. O günlerden sonra resim yapmayla aramda bu türden hiçbir sorun çıkmadı. Ama sanıyorum kasabadaki insanlarla sorunumuz, tek taraflı da olsa, devam ediyor. Öğrendiğim kadarıyla fırtınalı bir havada öğretmenin evine düşen ve onun canını zor kurtardığı yıldırımı benden biliyorlar. Kasaba ileri gelenlerinden -genç kızın cenazesindeki konuşmada başı çekenlerden- bir beyin, bir sabah kendi tavuklarının saldırısına uğramasını ve vahşileşen tavukların elinden ancak kanlar içinde kurtulabilmesinde parmağım olduğunu düşünüyorlar. Yeni bir köprü yaptırılabilmesi için toplanan paranın yok olmasını da kasabalıya verdiğim bir ceza olarak algıladıkları için boyunları eğik, yollarını kilometrelerce uzatarak nehrin yukarılarındaki diğer köprüden geçiyorlar. Ve sanıyorum bundan sonra kasabadaki her ilginç aksiliği ve hatta ölümü benden bilecekler. Çünkü bazı geceler kepenkleri sıkı sıkıya kapalı bir halde terk ettiğim kasabadaki evimin içinden gelen sesleri, ruhumun yeni yeni resimler yapmak üzere geri geldiğine yoruyorlar. Kendilerini çok iyi tanımadıklarım şükretmek için dualar ederken, iyi tanıdıklarım da yüzlerini unutmuş olmam için yakarıyorlar Tanrıya.



Oysa benim yeni bir tablo yaptığım falan yok kasabada. Ben yalnızca o bunalımlı dönemdeki karabasanı yenmemi sağlayan eserimi, o tek bitmemiş eserimi boyuyorum tekrar tekrar -tabii yine karanlıkta.



Onu tamamlamak... Şaheserimi bitirmek... Amacım kesinlikle bu değil... Hem bunu neden yapayım? O tablo var olduğu ve onu bitirmediğim sürece güçlüyüm. O benim sigortam... Hemen her yıl kasabaya gelip yeniliyorum bu yaşam sigortasını...



Tabii ara sıra doğurduğu bebeği göremeyen bir anne gibi hissetmekten kendimi alamasam da söz verdim: Şeytana asla uymayacağım. Ve öleceğim ana kadar da tutacağım bu sözü...


BU ARABA SENİN Mİ?



“Bu araba senin mi?”

“Evet...”

“Onu oradan kaldır...

“Neden?!”

“Orası benim evimin önü...”

“N'apayım!!!”

“Oraya ben park edeceğim.”



Tartışma büyümeye başladı, yedi mahalle duydu. Yedi Mahalleli Halil her zamanki gibi “Bu araba senin mi?” tartışmalarına girmişti. Zapping yapmaktan sıkılmış Yedi Mahalle sakinleri, sonunu bildikleri bu dizinin kimbilir kaçıncı bölümünü izlemek üzere pencerelere, balkonlara dizildi. Olaya hakim birkaç pencere önüne ve balkona içki sofraları aceleyle kuruldu. Bu sofralarda oturanların en büyük dileği tartışmanın hemen sona ermemesiydi.



İyi bir tartışmaya her zaman rastlanmazdı Yedi Mahalle'de. Yedi Mahalleli Halil de bunu iyi bilirdi. O yüzden araba sahibinin gözünü iyice korkutur ama arada dostça davranarak hemen çekip gitmesine de engel olmaya çalışırdı. Çünkü araba sahibi “Tabii beyefendi, hemen şimdi çekerim arabamı, yerinize park etmişim, çok özür dilerim...” diyerek karaktersizlik sergilerse, sakinler hayal kırıklığına uğrardı. O zaman iş, karşı balkon ve pencerelerden birbirine laf atarak içki muhabbetini sürdürmeye kalırdı:

“Adam da amma sünepeymiş be kardeş...”

“Yaaa! Hemen çekti gitti, çok ödlekmiş.”

“Geçen ayki herif gibi yüreklisi olacak ki, Halil de, biz de varalım tartışmanın keyfine.”



Hepsi de Yedi Mahalleli Halil'in isteğine gerekirse zor kullanarak kolayca ulaşabileceğini gayet iyi bilirdi. Ama Halil bu yola hiç başvurmazdı. O, mahalle sakinlerinin rakı sofralarının tadını kaçırmayacak kadar düşünceli bir insandı. Aslında bu dizi, bugüne kadar hiçbir zaman araba sahibinin kazanmasıyla sonuçlanmamıştı. Ama her defasında değişik kahramanlar ve Halil'in yarattığı birbirinden ilginç senaryolar sayesinde mahalleli bu düzensiz aralıklarla seyrettiği diziden büyük haz alırdı. O güzel akşamüstü de bir kurban bulmuş olmanın sevinciyle koyuldu işine Halil. Gözleri arasıra camları, balkonları tarıyor; ne kadar izleyici toplandığını kontrol ediyordu. Bugün katılım çok iyiye benziyordu. Daha tartışmanın başları olmasına rağmen, hemen hemen bütün pencereler dolmuştu. Balkonlarda da rakı sofrası hazırlama çalışmaları hızla devam ediyordu.



“Görüyorsun...” dedi yolun ortasına yakın bir yerine gelişigüzel bırakılmış aksesuarlı bir yerli arabayı göstererek: “... arabam yolun ortasında duruyor, seninki ise benim yerimde. Sen şimdi fazla laf etme de yerimden kaldır arabanı, anladın mı?”



Tartışmaya sert başlamak, araba sahibini biraz sinirlendirmek gerekliydi. Böylece arabasını çekeceği varsa bile, adam bunu hemen yapamaz, mahalle sakinlerinin önünde durumunu biraz da olsa kurtarabilmek için birkaç şey söylemek ihtiyacı duyardı.



“Sen hangi binada oturuyorsun bak’im?”



Bu soru ve adamın soruş tarzı karşısında Halil bir an duraladı. Birkaç saniye içinde adamı dikkatle baştan aşağı süzdü. İyi giyimli birisiydi. Şu lüks semtlerden birinde oturuyordu herhalde. Hafif bir göbeği vardı, onun dışında fazla iri sayılmazdı. Ama bakışlarından belliydi: Bu adam kendine güveniyordu.



“İyi” dedi Halil içinden, esaslı bir tartışmaya gireceği için sevinmeye başladı. Şimdi biraz yumuşak davranmalıydı.



“İşte şu binada, şu pancurlu katta.” Sesi dostçaydı. Gösteri başlamıştı.

“Güzel. Demek ki benim binada oturuyorsun. Yani bana kira ödüyorsun.”

“Hı..! Nasıl.!?” Halil şaşkındı.

“Gerçi henüz bana kira ödemedin ama önümüzdeki aydan itibaren ödeyeceksin. Binanın yeni sahibiyim ben. Eski ev sahibiniz Mehmet Bey ahbabımdır. Binayı bana sattı. Altınızdaki boş kata da yakında yerleşeceğim.”

“Ama... ama nasıl olur.!?”

“Korkma canım kiraya zam yapacak falan değilim. Yani en azından bir süre... Önce birbirimizi tanıyalım bakalım. Ne de olsa komşu olacağız değil mi?”

“Tabii tabii ama...”

“Haa baştan söyleyeyim. Öyle üst katta gürültü patırtı istemem. Ben sakin insanım. Evimde de sessizlikten hoşlanırım. Sakinim dedimse üstüme çıkılmasına da izin vermem. Gözüm döndü mü döner, ona göre anladın mı?”

“Tabii tabii abi...”

“Aferin... seni sevdim. İyi dost olacağız seninle. Gel bize çıkalım da şöyle bir evin durumuna bakalım. Sonra da gider iki tek atarız. Ben eğlenmeyi severim. Her akşam şöyle iki kadeh içeceksin ki, bu hayatın tadı çıksın. Öyle değil mi ya?”

“Öyle tabii abi...”

“Ha şöyle. Ben çıkıyorum. Sen de şu senin süslüyü öbür sokağa bir yere çekiver de gel. Bak, bir araba gelse geçemeyecek.”



Halil, yüzü kızarmış, gözleri kanlanmış, şaşkın şaşkın arabasına yürüdü. Bir an o kadar insanın kendisine baktığını hissetti, şaşkınlıkla onları unutmuştu. Başını kaldırdı. Gördüğü, Yedi Mahalle tarihinde o güne kadar rastlamadığı bir kalabalıktı. Camlardan, balkonlardan insanlar yangından kaçarcasına sarkmış, hatta birkaç kişi evlerinin kapısına kadar çıkmıştı. Balkonda kadeh tokuşturmak için hamle yapmış olanlar o halde donmuş kalmış, Halil'e bakıyorlardı. Ama kimsenin yüzünde eski günlerdeki gülümsemelerden eser yoktu.



Halil'in adımları hızlandı. Arabasına binmesi ve kontağı çevirmesiyle, sert bir patinajla kalkıp, soluğu öbür sokakta alması bir oldu.


İKİ SEVGİLİ PENGUEN







Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde bir buzdağı vardı bir zamanlar, siz bilmezsiniz. O buzdağı hep var olacak, hiç erimeyecekti. Çünkü onu herkesi kıskandıracak bir sevgi koruyor, ısıtıyordu. Sevginin sıcaklığı bazen tahmin edemeyeceğiniz derecelere çıkabilir ama hiç eritmez.



Bu sevgiyi o buzdağının üzerinde yaşayan iki penguen paylaşırdı. Penguenlerin nasıl sevdiklerini bilir misiniz? Onlar öyle bir severler ki içlerindeki sevgi derilerini kaplar, yaşadıkları iklimin soğuğuyla vücutlarının doğrudan temasını önleyen ikinci bir deri oluşturur, sevgiden bir deri...



Ama bu kadar derin bir sevgiden siz anlamazsınız... Hele penguenlerin aşkı sizi hiç ilgilendirmez...



“Penguenleri soğuktan koruyan şey, sık tüyleri arasına hapsettikleri havadır, bu sayede vücutları, çoğu kez sıfır derecenin altındaki hava ve deniz suyu sıcaklığı ile doğrudan temas etmez.” Sizi sadece böyle ansiklopedik bilgiler ilgilendirir. Aranızdan, bunları okuduktan sonra ileride icat etmeyi ya da geliştirmeyi düşündüğü bir aletin ilk teknolojik bilgilerini elde ettiğini düşünen ansiklopedi bilginleri çıkar.



Gözünü para ya da ünlü olma hırsı bürümüş olanlarınız, bir iki penguen yakalayıp vücutlarının bu özelliğini yakından görmek için onlara işkence etmeyi bile düşünebilir. Siz anca bundan anlarsınız. İnsanlar... İnsancıklar...



Neyse... İçlerindeki bu derin sevgiyle yuva olarak kabul ettikleri buzdağında yaşayan bu iki sevgili penguen, avlanırken sürüden ayrılmış ve kaybolmuşlardı, siz bilmezsiniz. Bilseydiniz, penguenlerin sürüler halinde dolaşmalarının içgüdüsel bir davranış olduğunu bilirdiniz. Bu iki penguenin de sürüdeki diğerlerini aramaya çıkmalarının doğaları gereği olduğunu söylerdiniz. Hâlâ ne demeye yalnız yaşadıklarını sorardınız.



Size gerçeği söyleyeyim, her ne kadar fazla ilgileneceğinizi düşünmesem de... Onlar sevişmek için bu buzdağına gelmişlerdi. Aslında penguenler üremek için denizden uzak bir yere giderler. Her yıl üreme mevsiminde bu üreme bölgesine gelir ve eski eşleriyle buluşurlar. Ama bizim penguenler denizden ayrılmak istemediler. O yüzden bir yıl önceden anlaştılar ve kararlaştırdıkları buluşma yerinde birbirlerini buldular. Sonra da geçici yuvaları olarak seçtikleri bu buzdağına geldiler ve güzel bir balayının tadını çıkarmaya başladılar.



En çok sevdikleri şey beraberce yüzmekti. Suyun yüzeyine yakın olarak hızla yüzerken zaman zaman suyun dışına sıçrar, birbirlerine göz kırparlardı. Bir süre havada gerçek bir kuş gibi süzüldükten sonra tekrar suya dalar ve yüzerler, yüzerlerdi. Yorulunca buzdağına çıkar, biraz yürüyüp, yemekten, hayattan ve aşklarından konuşurlardı.



Bazen Pen, Guen’i şakadan kızdırırdı. (Onların adları da var, ne sandınız; Pen, dişisinin, Guen ise erkeğinin adı. İlgilenmeyeceğinizi düşündüğüm için söylememiştim.) Pen, Guen’i kızdırınca, buzdağı ateşli bir kovalamacaya tanık olurdu.



Pen yüksek bir tepeye kadar peşinde Guen olduğu halde koşar, (“Paytak...” diye dalga geçtiğiniz o penguenler çok hızlı koşabilirler, siz bilmezsiniz...) sonra tepeden kendini karın üstü bırakır, ayak ve kanatlarıyla hız alır ve yuvalarının olduğu ovaya kadar neşe içinde kayardı. Arkadan aynı hızla gelen Guen, ayağa kalkmakta olan Pen’e yavaşça çarpar, ya da zaten Pen ayağa kalkmış kanatlarını açmış onu bekliyordur, Guen kendini Pen’in kucağında bulur; beraberce yerde yuvarlanır ve alt alta, üst üste sevişmeye başlarlardı. Önce nasılsa kimsenin onları rahatsız etmeyeceğini bilerek oracıkta sevişir, sonra buzdan yaptıkları aşk yuvalarına gider ve yeni günün ilk ışıklarına kadar dışarı çıkmazlardı.



Sabah denize açıldıklarında hem spor yapıp dün geceki sevişmenin tatlı miskinliğini üzerlerinden atar, hem de kahvaltı için avlanırlardı. Yemekleri bazen mis gibi bir kalamar, bazen de bir mürekkep balığı olurdu. Pen’in yumurtlamasına kadar beraberce avlanıp dolaşabilirlerdi.



Pen yumurtlayınca, içlerinden birinin yumurtaların yanında kalıp, onları hem soğuktan hem de yırtıcılardan koruması gerekirdi. Bu zamanlarda birbirlerine yiyecek taşımak için sırayla avlanırlardı. Tabii artık denizde yalnız olduklarından en büyük düşmanları foklara ve katil balinalara daha fazla dikkat etmek zorundaydılar. Henüz çok yüksek bir olasılık olarak gözükmese de insanlara da...



Bu iki sevgili penguen, buzdağında oturup ekmek elden su buzdağından yaşar, aşklarının tadını çıkartırken, bir gece sisler arasından korkunç bir canavar geldi. Bu canavar, Pen ile Guen’in o zamana kadar ancak çok daha kuzey bölgelerde gördükleri buzdağları kadar dev boyutlarda, ama simsiyahtı.



Canavar sadece bir yarısı suyun içinde yüzerken, buzdağının penguenlerin geçici olarak yerleştikleri kenarına, tam onlar güzel bir sevişmenin ortasındayken hızla çarptı. İki aşığı, yaralı ve sersemlemiş bir halde denize fırlattı. Birbirlerinden sonsuza dek ayırdı.



Onlara ne olduğunu siz bilmezsiniz... Guen ağır yaralı ama hâlâ yüzmeye çalışırken, canavarın kuyruk kısmından gelen bir anafora kapılarak oraya doğru sürüklenmeye başladı. Canavarın kuyruğundaki kocaman, yüzgece benzeyen ve hızla dönen demirden “şey”lere takılıp parçalandı.



Sevgilisi Pen, kan kokusunu alarak oraya doğru yüzdüğünde hayat arkadaşının parçalarını bulabildi sadece. Ve hafif yaralı olmasına rağmen, hızla dönen yüzgeçlere doğru atılarak aynı ölümü seçti. Pen ile Guen’in yumuşacık vücutlarını parçalayan canavar yüzgeçleri, aşklarını da paramparça etti.



Bunları ilk kez duyuyorsunuz değil mi? Tabii... kimse bunlardan bahsetmedi, bahsetmez de... 1912 yılının 14 Nisan’ını 15’ine bağlayan gece, New York'tan Southampton'a, 22 deniz mili hızla giden, "Batmaz" diye nitelendirildiği halde batan, döneminin en büyük ve lüks gemisi koca Titanik varken, kim onun çarptığı buzdağındaki sevgileri paramparça olmuş iki penguenden bahsetsin ki size...







Milliyet Sanat İlk Kitap İlk Baskı Ödülü ‘98 Mansiyon Dosya


HER ŞEY NORMALDİ





Ortaçağ'da bir şatoda bahar karşılanıyordu. Karnavala katılacak kalabalık bir insan topluluğu birazdan dövüşlerini izleyecekleri şövalyelere hayranlıkla bakıyor, sevgi gösterisinde bulunuyordu. Şövalyelerin üzerinde çağın en modern giysileri, yüzlerinde ise gülümsemeden uzak ifadeler vardı. Yirmi birinci yüzyıl robotlarından fazla farkları olduğu söylenemezdi. Bu normaldi. Çünkü onların hayatlarını adadıkları tek şey vardı: Savaşmak. Sonsuza kadar bağlı kalacaklarına şerefleri üzerine yemin ettikleri efendileri ve dünya döndükçe seveceklerine ant içtikleri sevgilileri için...



Kral, halkını şatonun bir burcundan gururla izliyordu. Gururlanıyordu çünkü komşu krallıkla yapılan savaştan galip çıkarmıştı ülkesini. Ganimetler değerli, modern savaş güçlerini düşmanlara göstermeleri önemliydi. Halkı onu çok seviyor ve başlarında olduğu için Tanrıya kurbanlar adıyordu. Büyücüler mutlu bir gelecek beklediğini söylüyordu ülkeyi.



Bu savaş gücü yüksek ve zengin Ortaçağ krallığının, deniz kıyısında kurulmuş görkemli şatosunda her zamanki gibi bir bahar daha karşılanıyordu. Her şey normaldi.



Aniden limanın yakınlarında bir periskop suyun yüzünde yarım metre kadar yükseldi. Sağa sola dönerek yavaşça, bu Ortaçağ tablosunu izlemeye koyuldu dikkatle.



Kimse onu fark etmedi... Her şey normaldi.





(Haziran 1996 Edebiyat ve Eleştiri)


BİR





Hayatımdaki insanlara puan verdim. Ve puanlarına göre önemliden az önemliye doğru sıraladım onları. Sonra onların gözünde kendi puanımı tahmin ettim. Hangi insanı ne kadar önemsiyorum ve onlar tarafından ne kadar önemseniyorum, saptadım. Eşit çıktı. Örneğin, Ahmet'in gözümdeki değeri on üzerinden olsa olsa beş idi. Oysa Ahmet beni çok sever, sık sık arar, tatil planları yapmamız için ikna etmeye çalışırdı. Onun gözündeki değerim en az dokuz olmalıydı. Böylece Ahmet sayesinde lehime bir dört puan kazanmış oluyordum. Oysa Oya söz konusu olduğunda puanlama tamamen aleyhime işliyordu. Oya'yı en az on şiddetinde seviyordum, ona âşıktım. Oysa o bana olsa olsa iki, bilemedin üç verirdi. Böylece Oya bana yedi puan kaybettirmiş oluyordu.



Önem verdiklerime daha az; önemsemediklerime daha fazla ilgi göstersem ne olur diye düşündüm. Daha az önem verdiklerimle arkadaşlığım sağlamlaşır; daha çok ilgi gösterdiklerimle ise zayıflardı herhalde. Çünkü insanlar sevdikleriyle değil de sevildikleriyle arkadaşlıklarını daha sağlam sanıyor. Herkes birilerini sevmeye değil de kendini birilerine sevdirmeye çalışıyor.



"Madem öyle" dedim kendi kendime "hepsine de aynı taktiği uygulayıp önem vermeyeyim, hiç aramayayım.": Arkadaşlıklarım çok sağlamlaştı. Tüm arkadaşlarımın gözbebeğiydim artık. Benim mutlaka arayacağımı düşünenler "Allah Allah, bu çocuk niye aramadı" diye endişeleniyor ve böylece tuzağıma düşmüş oluyorlardı.



Aramamı zaten beklemeyenler de arada bir aramalarım bile kesilince beni kaybetmekten korkup daha çok üzerime düşmeye başladı. Aranan insan olmuştum. Mutluydum. Rol yapmaya, ilgisiz erkeği oynamaya devam ettim. Telefonların ardı arkası kesilmedi, hafta sonu, ondan sonraki hafta içi, ay sonuna kadar olan bütün hafta sonları, içleri, dışları, kenarları, köşeleri, her taraf her taraf öncelerden tutulmuştu. Kapılmıştım. Kapalı gişe oynamak buna deniyordu işte.



Sonra sezonum mu bitti ne, telefonum çalmamaya, biletlerim satılmamaya başlandı. Rolünün hakkını vererek oynasa da, burnu çok havada olduğu için izleyiciye bakmayan bir artist gibi boş salonlara oynamaya başladım: Burnum havadan yere doğru inmeye başladığında, önce, göz ucuyla arka sıralara baktım. Boştu, ilk onlar terketmişti zaten. Orta sıralar... boştu, onlar da fazla dayanamamıştı bu sevgi sömürücüsüne. Önlere doğru... boştu, üzüle üzüle gitmişlerdi. En ön sıralara bakmadan önce gözlerimi sıkı sıkı kapattım ve açmakla açmamak arasında kararsız kaldım. Açamadım. Arkamı dönerek sahneden uzaklaştım.



Ön sıralar dolu, biliyorum. Ya da en azından yarısı dolu. Birkaç kişi olmalı... Hiç olmazsa bir kişi vardır mutlaka. Eminim o beni terk etmez. Ona her zaman güvenirim.



Oh içim rahatladı. İnsanın güvendiği birinin olması ne güzel... Yarın arayıp, onu sevdiğimi söyleyeceğim.


SON YÜZME DERSİ





“Denizi bu kadar yakından seyretmek güzel de, şu arkadan geçen otomobiller olmasa. Ne kadar da gürültü yapıyorlar.”



Bir Pazar sabahı, Boğaziçi'nin kıyısında oturmuş, ayaklarını denize sarkıtmıştı. Arkasındaki genişçe kaldırımın bitiminde, üç-dört saat sonra tılım tıklım olacak Sahilyolu'nda, henüz fazla hareket yoktu.



Bir an sonra tek tük de olsa geçen otomobillerin gürültüsünden o kadar rahatsız oldu ki... Herhangi bir gün, şehrin diğer gürültüleri arasında kaynayabilirdi bu sesler, ama Pazar sabahının o sessizliği içinde daha fazla rahatsız ediyordu insanı. Sanki üzerine üzerine geliyordu hepsi. Başını arkaya, yola çevirdi sinirli. Birden gözleri faltaşı gibi açıldı: Otomobillerden teki yoldan çıkmış üzerine üzerine geliyordu...



Doğal bir tepkiyle ters tarafa, denize doğru attı kendini, kaçmak isterken. Oturduğu yerin aşağısında, deniz ile aynı seviyedeki, yosun tutmuş çıkıntıya düştü. Üzerinden denize doğru uçan otomobilin alt takımlarını farketti bir an. Sonra da en az bir ton ağırlığındaki otomobilin suya çarpışını izledi. İyi bir balıklamaydı...



İskeleden denize atlayan çocuk görüntüleri geldi gözlerinin önüne. Çocukken hep iskelede oturur, yaşıtlarının değişik tarzlarda denize dalışlarını izlerdi: Balıklama... çivileme... takla ata ata... ya da göbek üstü... Oysa o, suya hiç girmez, sadece hayal ederdi girdiğini.



Otomobilin yavaşça suya batışını izlerken, bir an hoyrat eller tarafından havaya kaldırıldığını hissetti. Debelenmesine aldırılmadan suya atıldı. O iki haylaz çocuk, bu eşek şakasını ona birkaç kez daha yapmışlardı. Her defasında diğer çocuklardan biri tarafından kurtarılırdı. Kurtarılana kadar yaptığı tek şey vardı: Batmak... Doğrusu bunu çok güzel yapıyordu ve zaten başka bir şey de yapamıyordu. Haylaz çocuklar onunla dalga geçerlerdi hep. “Yüzmeyi öğren bir şekilde, yoksa biz böyle öğretiriz sana...” derlerdi. Giderek korkudan iskeleye uğramaz olmuştu.



Camlarına insan ellerinin yapıştığı otomobil, berrak ve fazla derin olmayan dibe, tekerleklerinin üzerine çöktü, sağlam bir şekilde parketti. Boğaz kıyılarında park görevlisi olmayan tek yer orasıydı herhalde...



İçeridekiler hâlâ nefes alabiliyor olmalıydılar ki camları yumrukluyorlardı. Bu heyecana oksijen mi dayanırdı... Boğularak ölmezlerse romatizmadan çok çekerlerdi... Otomobilin içine dolan su bellerine kadar yükselmişti.



Suya atladı. Çocukluğundan beri ilk kez giriyordu denize ve ilginçtir, bu kez kimsenin atmasına gerek kalmamıştı. Aynen çocukluğundaki gibi elbiseleriyle girmişti suya. Ama her zamankinin aksine yüzmeye çalışmadı. Nasılsa beceremezdi.



Denizdeyken en iyi yaptığı şeyi denedi. İyice ıslanan elbiseleri ve içine su dolan botları da ona yardımcı oldu. Dibe kolayca ulaştı. Otomobilin içinde, su tavana ulaşmak üzereydi. Sakallı bir adam şoför tarafındaki kapıya yüklenip açmaya çalışıyor, nefesi tükenince de başını sudan çıkarıp ciğerlerini havayla dolduruyordu.



Ona yardım etmek için, kapıya dışarıdan asıldı. Sakallı adam onu fark etmemişti sanki, can havliyle kapıya yükleniyordu umutsuzca. İçerideki diğer insanlar, bir kadın ve bir adam daha, yüzlerini tavana dayamışlar, son bir nefes çekiyorlardı yaşamdan. Su tavana ulaştığında her şeyin bitmiş olduğunu düşünen sakallı adam çabalamaktan vazgeçti. Sanki ilk o anda fark etmiş gibi, bembeyaz yüzü ve kanlanmış gözleriyle umutsuzca dışarı, ona baktı.



Ölümün eşiğindeki bir insanın bakışları ile karşılaştınız mı hiç? Tuhaf bir şekilde kendinizi suçlu hissedersiniz... Son bir gayretle kapıya bir kez daha asıldı dışarıdan. İçerideki basınç dışarıdakiyle eşitlendiğinden kapı açıldı. Sakallı adam diğerlerinin şaşkın bakışları arasında çabucak dışarı çıktı. Minnettarlığını belli etmek için iki elini kurtarıcısının omuzlarına koydu.



Sonra omuzlara dayadığı ellerini aşağı doğru bastırdı, böylece yukarı daha hızlı çıkabilecekti. Ölümden dönmüş bir insanın heyecanıyla, kurtarıcısını kurtarmayı düşünmediği gibi onu daha da dibe batırdı. Diğer erkek, bayılmış bulunan kadını kavrayarak kapıya yöneldi ve otomobilden dışarı çıkarak yukarı doğru yüzdü hızla.



Artık yalnızdı. Deniz dibinin o berrak sessizliği içinde beklemeye başladı. Omzu incinmiş, nefesi tükenmişti.



Sahilde toplanan insanlar kıyıya çıkardıkları kazazedelerle ilgilenirken, vücudu yukarı yükseldi. Artık çocukluğundaki gibi suyun üzerinde durmak için herhangi bir çaba harcaması gerekmiyordu.


TELESEKRETER





Eve geldiğinde ilk işiydi, telesekreterine bırakılan mesajları dinlemek. O gün de her zamanki gibi soyunup dökündü, makyajını sildi, banyo yapmaya hazırlanırken bir ara yemeğin altını kontrol etmek için mutfağa girdi, hâlâ telesekreteri dinliyordu.



Bir an durdu. Bütün işlerini bıraktı ve salona koştu mutfaktan. Telesekreterin “stop” düğmesine konmuş zararlı bir sineği eliyle öldürecekmiş gibi tokatını indirdi üzerine.



Ses kesilince rahatladı ve koşarak yatak odasına döndü. Biraz önce dağıttığı saçlarını taramaya, spreylemeye; makyajını tekrar yapmaya koyuldu. Gece elbiselerinden hangisinin daha seksi olduğunu düşünüyordu. Harika bir makyaj ve düzeltilmiş saçları; mini etek ve dekolte bir ceketten oluşan elbisesiyle mutfağa girdiğinde yemek yanmıştı. Altını kapatmaktan fazla bir ilgi göstermedi yanık yemeğe. Hemen buzluktan çıkardığı şampanyayı açtı ve iki şampanya kadehini doldurdu. Elinde kadehler koşarcasına salona girdiğinde yüzünü ekşiterek müzik setine baktı. Kadehleri sehpaya bırakıp, kasetten yumuşak bir müzik dinlemeye başladı, radyodaki disko müziğin sesini kestikten sonra.



Koltuğa yavaşça oturdu. Telesekreterin yanına koyduğu kadehlerden birisini aldı. Saçlarını son kez düzeltip, eteğini biraz daha yukarı çekiştirdikten sonra, bir gülümseme takınarak suratına, telesekreterin “start” düğmesine bastı yavaşça. Az önce mesajını yarıda kestiği telesekreteri dinlemeye başladı o en çekici, en etkileyici olduğunu düşündüğü haliyle.



Bir erkek sesi doldurdu odayı. İki aydır aramayan eski sevgilisinin sesi...


ŞANSSIZ







Yokuşun yukarısında korkulu gözlerle aşağıya doğru bakıyordu. Kaderini biliyordu: Kaymak... Ama dün akşam kızaklarıyla karın üzerini bu kadar kayganlaştıran çocukların kaydığı tarzda değil. Onun, üzerinde kayacağı bir kızağı yok... Olsun; o da kıçının üzerinde kayar..!



Nasılsa başına gelecek: Ne kadar dikkat ederse etsin düşecek; tutunamayacak, durmaya çalışacak ama başaramayacak ve kıçının üzerinde kayacak. Ama dün çocukların kaydığı gibi ya da kendi çocukluğundaki gibi zevkle değil... korkuyla. Belki çığlık çığlığa... ama çocuklar gibi neşe çığlıklarıyla değil de acı haykırışlarla, imdat çığlıklarıyla. Yokuş bittiğinde bir duvara, arabaya ya da bitmeden bir direğe çarpma kaygısıyla... Şansı varsa en fazla bir tarafını incitecek...



Şansı yoktu. Zaten çok dikkatli biri sayılmazdı ama sakarlıkla da açıklanamayacak bir şansızlığı vardı. Her bela mutlaka onun başına gelirdi. Aslında bir süre sonra alışmış, bu olayları normal karşılamaya başlamıştı. Onları küçük terslikler olarak görürdü. Çünkü sonuçta çok tehlikeli şeyler değildi hiçbiri ve en tehlikelisinden bile sapasağlam, en fazla birkaç küçük çizikle kurtulurdu.



Bu açıdan bakıldığında belki şanslıydı. Ama onu esas düşündüren, üzen, olanların neden hep kendi başına geldiğini açıklayamamasıydı. Bastığı yeri bile göremediği kalabalık caddedeki bir muz kabuğuna, kalabalıktaki herhangi birinin değil de kendisinin basıp kayması gibi örneğin... Ya da yoldan geçen arabanın su dolu çukura girdiğinde ıslattığı kişinin kaldırımda dört kişinin arasında bile yürüse kendisi olması gibi... Ayakkabılarını boyatmak için yan yana sıralanmış boyacı iskemlelerinin bir tanesini boş bulup oturduğunda, diğer iskemlelerin değil onun oturduğunun ve daha öncekiler oturduğunda değil o oturduğunda kırılması gibi ya da...



Acaba hayat benimle dalga mı geçiyor diye düşünürdü hep. “İnşallah bütün bu başıma gelenleri birileri gizli kamerayla kaydediyordur da, sonra oturup beraberce gülebiliriz” diye gönlünü hoş tutardı yine de.



Ve biliyordu ki bugün, bu buzlanmış, iyice kayganlaşmış yokuştan aşağı inmeye çalışırken kayacak kişi de kendisinden başkası olamazdı...



Oysa bugün yokuşta kayıp düşmek ve sürüklenmek için seçilmiş insanlar epeyce fazlaydı. Dayandığı direkte başına gelecekleri düşünürken kayan insanları seyretti. Bazısı yokuşun bitimine ulaşmış, orasını burasını tutarak inliyordu. Bazısı ise ilginç çığlıklar ve hareketlerle kaymaya devam ediyordu. Kar yağmamış olsaydı bile, zorlu bir yokuştu burası.



Yalnız olmadığını görmek onu rahatlattı. O böyle zor durumlara zaten alışıktı. Terslikler çoğu kez birçok insanın gözü önünde gerçekleşir ve bir anda kendini herkesin ilgi odağı olarak bulurdu. Oysa şimdi kayarsa, ki kesin kayacaktı, yalnız olmayacağından, her zamanki gibi dikkat de çekmeyecekti. Herhalde yokuş boyundaki evlerde oturanlar ona bakıp şöyle diyeceklerdi:



“İşte birisi daha düştü, bakalım bu nasıl kayacak?”



Rahat rahat yürümeye başladı yokuş aşağı. Bulabildiği çıkıntılara tutunuyor, kaygan olmadığını düşündüğü yerlere basıyor ama çok da özenmiyordu doğrusu bu seçimlerinde. Kaderin belliyse ona uyarsın öyle değil mi!.. Nasılsa kayacaktı, uğraşmanın ne gereği vardı! Ağır bir hasara uğrayacağını pek tahmin etmiyordu. Büyük olasılık hafif birkaç çizikle ya da belki bir kol ya da bacak incinmesiyle kurtulacaktı. Bugüne kadar nerelerden paçayı kurtarmıştı, bu karlı yokuş ona vız gelirdi.



Bu düşünceler onu rahatlattı. Artık kafasına o kadar da takmadığını fark etti. Yanından iki kişinin kayarak geçişini izledi. Biri omuzunu kuvvetlice çarparak durdu yokuşun bitiminde. Öbürü kümelenmiş karlara kafa üstü çakıldı ve kendini kurtarmak için debelenmeye başladı. İlk önce acıyan omzunu ovalayanın yanına ulaştı.



“Sanırım önemli bir şey değil, kolumu oynatabiliyorum en azından...” dedi adam. Karda debelenenin yanına gittiler beraber ve biraz uğraştıktan sonra onu kurtarmayı başardılar. Rahat bir nefes alıp, kulağına, burnuna kaçmış karları temizleyen adam kolunu incitenden daha anlayışsızdı: “Kahretsin, başıma bu da mı gelecekti, Allah belasını versin şu kışın...”



“Küfür edebilecek kadar iyisiniz ya şükredin, daha kötüsü de gelebilirdi başınıza.” dedi adamımız.



“Ya siz... sizin başınıza hiçbir şey gelmedi ama... Oysa o kadar da dikkatsiz yürüyordunuz, sanki kaymak istiyordunuz. Hep bu kadar şanslı mısınızdır?”



“Şanslı mı? Ben mi? Güldürmeyin beni... Ben dünyanın en şanssız insanıyım... Kimsenin başına gelmeyecek şeyler gelir benim başıma...”



Dedi ve yürümeye başladı saçak altındaki karları temizlenmiş kaldırımda. İki adam biraz şaşkınlık, biraz da hayranlıkla bakakaldı arkasından. Sonra üzerlerindeki karları temizleyip, tekrar düşmeden tutunmaya çalıştılar sağlam bir yerlere.



Tam doğrulmuşlardı ki ileride, kaldırımın üzerinde bir kalabalık fark ettiler. Kalabalığın, yerden bir adamı kaldırıp bir arabaya yasladığını gördüler. Biraz dikkatle bakınca tanıdılar adamı.



“Vay be!..” dediler. “Sen şu koca yokuşu atlat, sonra kaldırımda düş... Bu adam tam bir şanssız...”



(Mayıs Haziran 1995 Berfin Bahar)


VİZİTE







Gerçi sen "Ararım..." dedin ama, ben yine de arayacağından emin olmak istedim. O yüzden çalıştığın yere geldim, seni görmeye ve kendimi de sana göstermeye... Beni görünce anımsar, anımsayınca da aramamazlık etmezsin diye düşündüm. Ama planımı kimsenin anlamaması gerek, özellikle de senin. O yüzden herhangi birisi gibi geldim. İşim düşmüş gibi sanki. Gerçi kapıdaki herif, beni başka birine göndermeye çalıştı ama biliyorum bana yalnızca sen iyi gelirsin.



Seni odaların birinde yakaladım, iş üzerinde. İşini yaparken, bir süre gizlice izledim seni. Beni fark ettin çok sonra. Çalışırken işine kendini ne çok kaptırdığını, insanlara hizmet etmekten ne denli hoşlandığını anlatmıştın. Diğer birçok kadın yalnızca görevlerini yapıp, çekip gittikleri halde, sen onlarla konuştuğunu, dertlerini dinlediğini; bazen sabaha kadar yanlarında kaldığını, çoğunun evdeki, işteki, karşı cinsle girdikleri ilişkilerdeki sorunlardan bahsettiğini söylemiştin. Giderken fazladan para vermeye çalıştıklarını ama asla viziteden fazlasını almadığını da belirtmiştin.



Önceleri bu ölçüde önemsememiştim yaptığın işi, verdiğin hizmeti. Biraz önce seni, o adamın üzerine eğilmiş görünce, kıskanmıştım da açıkçası. Ama sonra, adamın suratındaki mutluluk dolu ifadeyi fark ettiğimde, sana hak verdim: Dünyanın en gerekli hizmetlerinden birini veriyorsun sen. İnsanlara böyle mutluluk verebilecek bir mesleğin olduğu için ne mutlu sana...



Bana şaşkın şaşkın bakıyorsun şu an. Her gün, yeni yeni yüzler görüyorsundur muhakkak. Eminim, sık sık gelmelerine alıştığın müdavimlerin de vardır. Oysa ben, burada görmeyi bekleyebileceğin en son kişiyim. Neden geldiğimi merak ediyorsun. Anımsıyorsun; bu yerleri sevmediğimi, gereksinmem olduğunda işimi tanıdıklarla, dostlarımla hallettiğimi söylemiştim.



Acil bir durum olduğunu düşünüp, korktun bir süre, ama gülümsemem korkunu dindirdi. Yanıma gelmek için işini biraz çabuk ve baştan savma bitirmeye çalışıyorsun. O an ilgilendiğin adam sinirlendi. Ama sen aldırmıyorsun. Sana bağırmasını bile önemsemiyorsun. Bilirsin o haldeyken insanlar, özellikle de erkekler çok savunmasız olur ve özel ilgi bekler. Ve bu ilgiyi göremezlerse sinirlenir, bağırıp çağırabilirler. Bunu göze alıyorsun ama. Nasılsa o halde yatakta yatarken ardından gelemez, varsın birazcık bağırsın, arkasından kapıyı kapatınca duyulmaz oldu bak sesi.



Tabii ki bir arkadaşını gönderdin, senin yerine bakması için. Bilemiyorum, içerideki de benim gibi özellikle seni görmek için mi geldi. Ama bu kez arkadaşınla idare etmek zorunda kalacak. Şimdi benimsin... daha doğrusu ben seninim, senin hastanım... iyileştir beni. Dertlerime şifa ol.



Gülümsememe bakma, seni çalıştığın hastanede görebilmek için kırdığım kolum ne çok acıyor. Ama başka çarem yoktu, beni arayacağından emin olmak istedim.



(Eylül Ekim 1995 Türk Dili Dergisi)


NORMAL ÇOĞUNLUKTUR







Vapura bindiğinde herkesin gözünün onda olduğunu fark etmemişti. Yerine oturup çevreyi incelemeye başladığında insanların kendisine tuhaf tuhaf baktığını gördü. Önceleri, bana değildir, diye düşündü. Herhalde arkadaki birisine bakıyorlardı. Arkasını duvara vererek oturduğunu fark etti sonraları. Geriniyormuş gibi yaparak arkasına döndü, insanların bu kadar ilgisini çeken şeyin ne olduğuna baktı. Duvarda ne bir tablo, ne bir resim, ne de ilgi çekici başka bir şey vardı. Dümdüz bir duvardı işte. "Can yelekleri tavandadır." yazısı, kimsenin ilgisini bu kadar çekmezdi herhalde. Duvardan başını çevirdiğinde, üzerine yönelmiş bakışların daha da arttığını fark etti. Hafiften kızarmaya başladı. Onun kızardığını gören yolcular daha da arsızlaştı. Birkaç kişi daha bakışlarını ona yöneltti. Kısa bir hesaplamayla salonda oturan her on kişiden yedisinin kendisine baktığını buldu. Başkaları için iyi bir sonuç olabilirdi bu, ama onun gibi birisi için kesinlikle yeterli değildi. Bu oranı mutlaka artırmalıydı..!



Aman Allahım! Neler düşünüyordu. Bütün bu insanların ona neden baktığını anlamak zorundaydı. Eli hemen fermuarına gitti. Oh! Allaha şükür kapalıydı. Boynundan aşağıya bütün vücudunu santim santim inceledi: Gömleği pantolonundan dışarı çıkmamıştı, düğmelerinin hiçbiri açık değildi. Herhangi bir yerden vücudunun herhangi bir tarafı uygunsuz bir şekilde gözükmüyordu.





Birden, ona bakan insanların tümünün çırılçıplak olduğunu fark etti...





(Haziran 1996 Edebiyat ve Eleştiri)


BİR SESİN SAHİBİ





Kendimi bir yarış atı gibi hissediyorum; Tanrının bana, bazen soluğunu tam ensemde hissettiğim, bazen nallarını toplamak zorunda kaldığım güçlü bir rakip verdiği, ama pes etmeyecek kadar da güç verdiği başabaş süren bir yarışta, 29 nala koşan bir yarış atı gibi. A'dan Z'ye 29 nal... Ve bu yüzden gerçekten yarışan iki atın nal seslerinden biraz farklı bizim çıkardığımız sesler. Hem ritim olarak farklı, hem de sesin yapısı anlamında. Daha çok düzensiz vuruşlar halinde çıkıyor seslerimiz: “Taka-tak, taka-tak, taka-tak” değil de, “tak-taka-tak-tak-takatak-takak-takkaka-takkaa-tak-ta” gibi bir şey. Ve rakibimin çıkardığı ses benimkine oranla daha metalik, onunkine oranla benimki daha kemiksi.



Bunlardan özellikle bahsediyorum, çünkü yan kulvarda düzensiz (çünkü bir at yarışını aratmayacak deparlarla koşulduğu gibi, uzun molaların verildiği de olabiliyor) ama genelde aralıksız koşup beni epeyce terleten rakibim, benim için bedeni, kaçamak yan bakışları, adımlarıma çomak sokacak faüllü hamleleriyle değil, koşarken çıkardığı sesiyle var. Belki üst kattan, belki yandaki binanın bir odasından geliyor sesi. Hatta sesini, düşündüğümden de uzak bir binadan, yankılatarak gönderiyor da olabilir; çünkü bizi dinlemek üzere gündüzü susturan bu gecelerde, bir farenin parkedeki pıt pıt adımları bile duyulabilir. Ayrıca ben, kendiminkilerle kıyasladığım o metalik sesi her gece duymama rağmen, o benimkini hiç duymuyor da olabilir; bir rakibi bile olduğunu bilmeden rahat rahat koşuyordur. Belki benim çıkardığım seslerin onunki gibi metalik, güçlü olmamasından, ya da bu binalar arasındaki akustik dolayısıyla sesi ondan bana taşıyan yankılanmanın, ters yönde çalışmayıp benimkini ona taşımamasından. Onun beni ciddiye almadığı, gönderdiğim kemikli sesi çok iyi duyduğu, ama yanlış yorumlayarak beni şu yeni yetmelerden birisi sandığı da düşünülebilir. Bu olasılık çok da yanlış gözükmüyor çünkü bütün duyularımı köreltmiş bir histeri krizi içerisinde, kendimi işime kaptırdığım, onun sesini -bu arada kapının ya da telefonun sesini de- duymayacak kadar dünyadan uzaklaştığım zamanlar haricinde, bu sesi diğer herhangi bir ses kadar dikkatle takip ettiğimde –ki bunu artık işimi aksatmadan yapabiliyorum- benim histeri diye nitelendirdiğim durumların, onda benden daha fazla olduğunu saptıyorum; belki basit bir kuruntu bu, ama öyle. Bu durum yarış içindeki varlığımın kesinliğini ve buna onun tepkisini bilmeme engel olduğundan, yarışı daha heyecanlı hale getiriyor: Beni ya hiç duymuyor (bu varlığımı sıfırlıyor), ya duyuyor ama küçümsüyor (bu kişiliğimi sıfırlıyor), ya da duyuyor, küçümsemiyor ama işine başka hiçbir şeyin bozamayacağı ve benim hiç beceremeyeceğim kadar derin ve dağılmayan bir ilgiyle bağlı (bu da kendime güvenimi sıfırlıyor). Ben böyle sıfırlanmış bir durumdayken, tahmin edersiniz ki beni fark etmesi olanaksızlaşıyor. (Böyle durumlarda kendimi tam bitirilmeden kaldırıma atılmış bir sigara izmariti gibi hissediyorum, beni ezen ilk kösele tabana yapışarak ayakkabıların sahibine yamanmak istiyorum, ama kaldırıma devamlı çarparken, parçalanmadan bunu becerebileceğimi hiç sanmıyorum; kaldırıma ilk düştüğümde benden kalan ama ilk esintiyle dağılacak olan küllerimi özlüyorum. Nefis tütünüm, onu sarmalayan kağıdım ve filtremle daha yeni yetme, parlak bir gençken diğerleriyle birlikte yaşadığım paket evim bir daha dönülemeyecek kadar uzak geliyor.)



Rakibime hayranlık duyma nedenim, işine düşkünlüğü ve ona karşı gösterdiği büyük konsantrasyonu kadar başka bir şeyle daha temelleniyor. O metalik ses, ne yalan söyleyeyim benimkinin kemikli sesinden daha etkileyici. Sanki bir müzik aletiymiş gibi benim için sadece sesiyle var olan bu aletin nostaljik etkisinden ya da sesinin müzikal kalitesinden bahsetmiyorum. O alet, onu kullanana cezbedeci bir paye yüklüyor. Bu da gözümde rakibimi daha olgun ve deneyimli bir konuma yükseltiyor.



Biz bu işe başladığımızda teknoloji bize şu önümde duran türden aletler sunmuş bulunuyordu. Gözümüzü bunlarla açtığımız için bunlarla devam ettik işimize. Tabii bunlar, hata yaptığınızda çabucak düzeltme olanağı verdiğinden, hata yapmamaya çok fazla dikkat eder olmamıştık, dolu hata yapabiliyorduk. Bir önceki nesil ise hata yapmanın işe baştan başlamak anlamına geldiği o aletlere alışık olduğundan, hiç hata yapmamaya ya da en az hatayla işi tamamlamaya yatkındılar. Alet işler el övünür. Rakibim de, önündeki o aletle benim epey övgümü topluyor doğrusu.



Onunkinin markasını bilmiyorum, zaten o aletlerden fazla anlamam ve önemi de yok, iyi bir daktilo olduğu sesinden de anlaşılıyor; benimki Macintosh. Onun ne yazdığını bilmiyorum, roman ya da makale olabilir, belki de senaryodur; benimkiler öykü. Onun yaşını bilmiyorum, benden en az beş, en fazla on beş yaş büyük olabilir çünkü bu coşkuyla insan o yaşlar arasında yazabilir ancak; benimki otuz beş... Onun beni bulmak üzere bir araştırmaya girişip girişmediğini bilmiyorum, belki de karşı binanın camlarına yansıyan aksimden ya da doğrudan beni rahatlıkla görebiliyordur ve kendisi karanlıkta yazdığı için görünmediğinden mutludur. Zaten ben de onu görme amacıyla herhangi bir araştırmaya girişmedim (girişmemiştim). Ona sadece düşüncelerimde, hayalimde yer verdim. Kırk beş yaşında, bir gazeteye yazıyor, ayrıca bir film senaryosu yazıyor ki film yakında çekimleri başlayacağı için onu epeyce sıkıştırıyor ve bir de romanına vakit ayırıyor, onu da her ne kadar bir yerlere yetişmesi gerekmiyorsa da yazar takviminin zamanlamasına uyması gerekiyor. (Bu hayaller, onun sağnak gibi çalışmasını kendimce açıklamak üzere kurulmuş çıkarcı hayallerdir, hiçbir yere yetişmek ve birşeyleri yetiştirmek zorunda olmadan ve kendini çok zorlamadan bu yoğunlukta çalıştığını öğrensem, tamamen yıkılırım.) Ne de olsa bu, yaşamının en -ve belki de son- verimli dönemi. Yaşına bakarak bu dönemi ve bu yoğunluğu bir daha yakalayamamanın endişesini de taşıdığından, geceleri -gündüzleri yazacaklarını planlayıp, olgunlaştırıyor olmalı- beni birkaç boy geride bırakacak deparlar atarak yazıyor.



Tabii onu bu yarışta yanlız bırakmak niyetinde değilim, onu yakalıyor ve geçiyorum çoğu zaman. Her ne kadar ben, sadece kitap olacak öyküler biriktirmeye çalışıyorsam da, edebiyat dışındaki işlerimden dolayı gecelerimi verimli değerlendirmek durumundayım.



Bazen sadece ona kendimi kanıtlamak için yazdığımı hissetmiyor değilim. Bu, başta da sözünü ettiğim yarış atı sendromu. Böyle hissettiğimde kendimi kurtarmaya çalışıyorum bu girdaptan ama onun hiç umursamaz bir tavırla 29 nala -ya da 26 nala, belki de İngilizce yazıyordur- yoluna devam ettiğini duyunca, hemen atılıyorum peşinden.



İşte böyle sürüp gidiyoruz hayatı. Daha doğrusu sürüp gidiyorduk. Öykü kitabı bitip de yayıncıma gönderip rahatladığımda ve bir süre hiçbir şey yazmamaya karar verdiğimde bile onun durmadan çalışıyor olmasının beni artık rahatsız etmeye başladığı bir gün -kesinlikle bir roman bu, ama nasıl bu kadar kesintisiz yazabiliyor- yaptığım araştırma sonucunda kim olduğunu keşfettim. Belki bir büyüyü bozmamak için -insanların hayal ettiğim gibi çıkmamasına o kadar alıştım ki- onu araştırmama konusunda verdiğim kararımı bozdum. Bunun beni ne kadar hayal kırıklığına uğrattığını birazdan anlayacaksınız. Açık fikirli bir insanın bile bazen ne tür saplantılara kapılıp, hatalar yapabildiğini göreceksiniz.



Yan binadaki tekstil şirketinde, gözü para hırsı bürümüş patronunun zoruyla, durmaksızın üretilen kumaşların kesimini yapan genç ve çalışkan makastarın, gündüz başka bir işle uğraştığı için gece çalıştığı odasından bana gönderdiği sesleri daktilo sesine bu kadar benzetmem sizce nasıl açıklanabilir? Etrafımızda hep kendimiz gibi insanlar aramamızla mı?








KISA ÇÖP

- Çölün ortasında çıplak bir adam. Ölmüş. Elinde kısa bir kibrit çöpü. Arkasında ayak izleri bırakmış. Ayak izleri, çölün ortasından, kumun üzerindeki herhangi bir yerde başlıyor ve öldüğü yere kadar sürüyor. Bu adamın hikâyesini yaz bakalım. Bana sorular sorabilirsin. Ama seni sadece evet ya da hayır diye cevaplayacağım.

- Adam susuzluktan mı ölmüş?

- Evet.

- Adam biraz yürümüş, sonra çöl onu öldürmüş...

- Evet.

- Ama nereden geldiği belli değil.

- Onu sen bulacaksın.

- Kumdan mı çıkmış?

- Hayır.

- Havadan mı düşmüş?

- Evet.

- Uçaktan mı düşmüş?

- Hayır.

- Zümrüd-ü Anka Kuşu'ndan mı?

- Hah hah, hayır.

- Uçan bir cisimden mi?

- Evet.

- Kanatlı mı?

- Hayır.

- Kanatsızsa... Zeplin, balon?

- Hangisi?

- Zeplin?

- Hayır.

- Balon?

- Evet.

- Balondan düşmüş?

- Evet.

- Birisi mi itmiş?

- Hayır.

- Kendi mi atlamış?

- Evet.

- İntahar etmek için mi atlamış? Neden atlamış?

- Sen bil.

- Buldum, böyle bir soru sormuşlar, herif çözerken bunalmış, atlamış.

- Hah hah hayır.

- Pekii, balondayken de çıplak mıymış?

- Hayır.

- Elbiseleri varmış yani?

- Evet.

- Elbiselerini çıkarıp atmış?

- Evet.

- Yanında güneş yağı var mıymış?

- Hayır..! Neden?

- Soruları ben sorarım. Ama cevaplayayım. Güneşlenmek için soyunmuş olabilir?

- Hayır.

- Bu adam deli mi?

- Hayır. Hem ölünün arkasından böyle konuşulmaz.

- Balonda yalnız mıymış?

- Hayır.

- Demek başkaları da var... Onlar da çıplak mı?

- İlk başta değil.

- Sonra soyunmuşlar ama?

- Evet.

- Elbiselerini atmışlar onlar da?

- Evet.

- Başka eşya var mı yanlarında?

- Başta evet.

- Ama sonra onları da atmışlar.

- Evet.

- Çünkü balon hava kaybediyormuş.

- Yaklaşıyorsun. Evet.

- Herhalde... sen beni ne sanıyorsun.

- Devam et.

- Hava kaçıran ve devamlı alçalan bir balonda, bütün eşyalarını, hatta donlarını bile atmış birkaç kişi. Kız mı erkek mi?

- Önemi yok?

- Kibrit çekmişler, kısa çöp bu adama çıkmış..?

- Kutlarım. Buldun.



- Peki sonra ne olmuş.

- Buraya kadar biliyorum.

- O zaman devamını şimdi yazalım.

- Tamam.

- Büyük bir olasılıkla, birkaç kilometre sonra, yine çıplak ve elinde kısa bir kibrit çöpü olan bir adamı daha çöl üzerinde ölmüş olarak görürüz.

- Eveet...

- Diyelim ki üç kişi varmış balonda, o zaman şimdi kaç kişi kaldı?

- Bir.

- Peki onun başına ne getirelim.

- Balon hava kaybettiğine göre bir yerde düşecek.

- Ya da düşmeyecek. Son kalan adam da atlayacak.

- Neden atlasın ki, neyin uğruna?

- Neyin uğruna atlayabilir? Bu adamlar neden çölün üzerinde böyle bir yolculuğa çıkmış olabilirler?

- Adamın atlamasına değecek kadar önemli ne olabilir balonda?

- Altın... Bunlar altın arayıcılarıdır.

- Ve yanlarındaki altını feda edemeyip, kendi hayatlarını feda ederler.

- Peki son atlayan adam neden böyle bir şey yapsın ki? Benden umut kesildi, bari altınım başkasına yarasın diye mi. Mantıksız.

- Bence de. Adamın, balonun uçuşuna devam etmesi için kendi hayatını feda edebileceği bir şey olmalı.

- Bir iddiaya girmişlerdir.

- Devam et.

- Çölü balon üzerinde geçeceklerine dair bir iddia.

- Ama geçemiyorlar ki. Hepsi ölüyor.

- Ama her olasılığa karşı iddiaya girerken, şöyle bir cümle kurmuşlardır: “Bu balon, bu çölü geçer.”

- Devam edeyim, son adam atlamadan önce bir not bırakır. “Biz size demiştik değil mi. Bakın, bu balon, bu çölü geçti.”

- İddiayı kazanırlar. Ödülü de yakınlarına göndermelerini isterler notta.

- Güzel bir hikâye oldu. Şimdi bunu yazalım.

- Yalnız birimiz yazabilecek sanırım.

- Neden?

- Görmüyor musun balon yere ne kadar yaklaştı. Çek bakalım şu kibritlerden birini...






İPUCU





Henüz orta yaşa dayadığı merdiveni çıkıyordu. Kimilerinin asansörle çıktığı için “Hayatının Baharı” olarak adlandırdığı bir mevsimi yaşıyor; ama çocukluğundan ve gençliğinden, hayatının resmini bir sonbahar tablosuna çevirecek kara bulutlar yollanıyordu hep.



İpin ucunu kaçırmaktan korkuyordu. Çok geç olmadan bir şey olmalıydı, bir şey... O şey, neyse, onu bulma umuduyla yaşıyordu.



Bir gün hayallerini kurduğu o şey gerçekleşti: İpucunu buldu...



İpucu, bir ipin ucuydu. Hayatın karmaşık anlamını çözmesini sağlayacak bu ipucu, acılarından tek kurtuluştu ona göre. İpucu, hayatının bundan sonraki yönünü belirleyecekti. O nereye götürürse oraya gidecekti artık. Yaşadığı sonbahar tablosunun karamsarlığını gölgede bırakacak parlak bir çerçeve bulma umudu sardı içini. Belki “Hayatın Baharı”nı artık o da keşfedecekti.



Elinde ipin ucu, ayakta öylece duruyordu. Öncelikle bu mutlu anın tadını çıkarmak istiyordu. Hayallerine ulaştığını düşünüyordu artık. İpin yalnızca ucunu tutuyor olması; hayallerine ipucunu ancak sonuna kadar izlediğinde tam olarak ulaşacak olması, onu fazla düşündürmüyordu açıkçası. Nasılsa bir şekilde yolunu bulurdu. İpucunu bulmuştu ya...



İpi izleyerek yürümeye başladı. Uzun bir yolculuk olacağının henüz farkında değildi...



Önce öylesine yürüdü. Adımlarını büyük bir güvenle atıyordu. Tuhaf bir insanüstülük hissediyordu. Hani birisi size hazırlanmak için çok çaba harcamış olduğunuz önemli bir yarışmayı kazandığınızı çıtlatır. Bunun gizli bilgi olduğunu söyler, henüz kamuoyuna açıklanmamıştır. Bunu ondan duyduğunuzu kimseye söylememenizi ister. Siz artık onu duymuyorsunuzdur zaten. Etrafınızdaki hiç kimseyi görmüyor, hatta yaşamdaki hiçbir varlığı önemsemiyorsunuzdur. Dünya artık sizin etrafınızda dönüyordur. Hatta ve hatta dünya siz olmasanız dönmeyecek gibidir. Ama siz bu sorumluluğunuzun bilincinde var olmuşsunuzdur... Var olmuş ve bir şeyler yapmışsınızdır. Önemli bir şeyler hem de... Vasat insanların beceremeyeceği şeyler.



Kaç insan hayatın anlamını keşfedeceği ipucunu bulmuştur... Kaçı hayatın anlamına erişmeyi başarabilmiştir...



Artık daha dik yürüyordu. Ve tabii daha dikkatliydi. Hayatın anlamı bir anda karşısına çıkabilirdi. Temkinsiz yakalanmamalı, o anda bedenen ve ruhen tam anlamıyla hazır olmalıydı. Sürprizlere karşı da gözünü açmalıydı. Ne de olsa hayattı bu... Karşına ne çıkacağı bilinmezdi. Bütün hamlelerini önceden bilen bir oyuncuyla satranç oynamak gibi bir şeydi yaşamak. Baştan haksızlıktı yani... Ama o emindi; her defasında doğru hamleyi yapıyordu: ipin yolunda, onun doğrultusunda, bir adım... sonra bir adım daha... bir daha... bir daha... Ve böyle sürüp gitti yıllar boyu... Hep umutluydu...



Hayatının kışında, 85 yaşında, hâlâ ipi izleyerek yürüyordu. O kadar yıl, ipin yolunda, aradığı şeyi bulamadan yürümekten, sadece elleri değil, kalbi de çatlaklarla doluydu. Kalbinin tam olarak kırılması için bir şey daha olması gerekti: Vücudunu yıllarca, umutla peşinden sürüklediği ip birdenbire bitti. Yıllar önce bir ucundan yola çıktığı ipin öbür ucu, şu an ellerindeydi.



Hesaplarına göre hayatın anlamını bulmuş olması gerekiyordu. Sanki ağır bir yükü kaldırırken kopmuş gibi gözüken ipin ucuna baktı: Hiçbir şey yoktu... Hayatın anlamı yok muydu..? Hayatın anlamı “hiçbir şey” miydi..? İkisi de aynı şey demekse, hayatını bir hiç için mi harcamıştı...



Bir an kafasını toplamaya çalıştı. Göreceği, anlayacağı, çözeceği bir şeyler varsa, şimdi yapmalıydı bunu, tam şu anda... Tüm yaşamı boyunca bunu bir olasılık olarak düşünmüştü zaten: Hayatın anlamı ona uzun bir süre içerisinde parça parça da görünebilirdi, bir anda da karşısına çıkabilirdi. 85 yıl sonunda -giderek daha az zamanının kaldığını düşünerek yaşarken- artık hayatın anlamının bir anda karşısına çıkacağına daha çok inanmaya başlamıştı. 85 yıl boyunca o bir anı beklemişti. 85 yıl ve bir an... Koca bir 85 yıl ve küçücük bir bir an...



Ya da küçücük bir 85 yıl ve kocaman bir bir an... Ama ne kadar kocaman olursa olsun, onu hâlâ göremiyordu...



Belki de çile çeken Hint Fakirleri gibi çilesini, ipi yaşamı boyunca izleyerek doldurmuştu... Belki ipucu sadece bir kelime oyunuydu... Belki de ipin elindeki bu diğer ucunda başka bir ipucu saklıydı... Evet evet öyle olmalıydı. Başka bir ipucuydu bu ipin ucu...



Bu doğru olsa da, artık yaşlı vücudu, ne yeni bir ipucu bulacak, ne de onun peşinden gidecek durumda değildi. İpucu elinde, yere çöktü. Bütün hayatını yolunda harcadığı ipe baktı.



Yıllar sonra ilk kez bu kadar dikkatle bakıyordu ipe. Ve yıllar sonra ilk kez ipin üzerindeki yazıyı fark etti. Yazının, ipe boylu boyunca yazılmış ve ipin elindeki ucunda bitmiş olduğunu anladı. Son kelimeleri başa doğru okuyarak, yıllar boyunca geldiği yönün tersinde gitmeye başladı bir süre. Arasıra durup okuduklarını kavramaya çalışıyor ama başaramıyordu bunu. Yine de deli gibi takip etti ipi. Bu yeni ipucunu değerlendirmeli, onun yolunda gitmeliydi.



Sonra durdu. Mantıklı düşünmeye çalıştı. İpin üzerine yazılan metin -hayatın anlamının yazılı olduğu metin- baştan okumadıkça, hiçbir şey ifade etmeyecekti. Genç değildi, gençliğine dönemezdi, metni baştan okuyamazdı. Ama yaşının verdiği olgunlukla, gençliğinin aksine, bu defaki ipucunu daha mantıklı değerlendirebilirdi...



Artık hayatın bir anlamı olduğuna inanmıyordu...





Gençlik Kitabevi Öykü Ödülü ‘97 Mansiyon










İLİŞKİLER







Bu öykünün kahramanları yirmili, otuzlu, kırklı ve ellili yaşlardaki dört insan.



Yirmili yaşlardaki, genç bir kadın. Çok güzel, çok alımlı. Entelektüel. Annesini seviyor ama ona benzer bir yaşam sürmek istemiyor. Aslında o kimseye benzer bir yaşam sürmek istemiyor. Keşfetmek en büyük hobisi. Bu çabalarıyla günün birinde kendini de keşfedeceğine inanıyor.



Annesi, ev kadını olarak yetiştirilen bir kuşakla, kızı gibi hayata daha özgür, daha bireyci bakma ayrıcalığını yaşayan kuşağın orta noktasında bir yerde büyümüş. Kızının, kafasına estiğinde bütün işlerini, sorumluluklarını bırakıp, bir haftalık, on beş günlük tatillere çıktığını; cinsel konularda erkek arkadaşlarıyla her türlü şeyi yaşadığını; politikadan nefret ettiğini ve politikacılara şarlatan gözüyle baktığını; Tanrıyla ve dinle ilgili düşüncelerinin ne dincileri ne de Tanrıtanımazları tümüyle haklı bulmadığı için askıda olduğunu -bu nedenle “Kurallarını kendim koydum...” dediği bireysel bir dine inandığını- biliyor. Onun bu davranış ve düşüncelerini, yaşamına ve düşünüş tarzına tam uymasa da, çok yanlış bulmuyor. İyi bir eğitim almış olmasının desteğiyle, kendisinin de tam inanmadığı bağlarla bağlamak, sınırlamak yerine, ona güvenmeyi ve gerisini kadere bırakmayı yeğliyor.



Bu akıllı korkak (temkinli her halde doğru kelime...) kadın, az önce sözünü ettiğimiz dört kişiden biri, öykümüzün kırklı yaşlardaki kahramanı...



Kadının kocası bir zaman önce ölmüş. Ama kızı, babasının dizlerinin üzerinde oturacak yaşı çoktan geçtiğinden, kendisi de ev kadını olarak yetişmiş bir önceki kuşaktan, hayatını ömür boyu tek bir erkek üzerine kurmayacak kadar uzak olduğundan, bu ölüm alt üst etmemiş onları. Kızı zaten modern ve olgun fikirlere sahip olarak büyüdüğünden ve felsefeye meraklı olduğundan, yaşam ve ölüm konusundaki felsefi düşüncelerine temel oluşturmakta kullanmış babasının ölümünü. Yani çok düşünmüş, az ağlamış.



Annesi ise zaten bir işi ve kocasından ayrı bir sosyal çevresi -hatta kocasının tanımadığı erkek arkadaşları- bulunduğundan, onu yaşarken ne kadar sevse de “Hayat arkadaşımı kaybettim...” türü bir duyguya kapılmamış. Çekici bir kadın olduğundan, ona her zaman ilgi gösteren hatta ara sıra espri yollu “Kocandan boşan, seni evimin kadını yapayım...” gibi laflar söyleyip onu kahkahalarla güldüren arkadaşlarıyla daha rahat ve sık beraber olmaya başlamış. Önceleri sanki kocası yaşıyormuş ve onu evde bekliyormuşçasına tümüyle arkadaşlık sınırları içerisinde sürmüş bu ilişkiler. Masum öpücükleri, saçları okşamaları ve belinden, elinden tutmaları saymıyoruz artık...



Ama sorarım size, dul bir kadın ne kadar dayanabilir yalnızlığa... Hemen her gece rüyasında, kocasının görüntüsüyle sevişip tatmin olmaya çalışır ve sert erkek göğsü yerine yastığa sarılarak uyur ya da evlilik günlerinde -onları meraklı gözlerden gizleyen çalılık arkalarında, karanlık bir yerde otomobilin içinde- yaşanılan o hoş anları hatırlayarak, evinin banyosunda, tazyikli suyun içini ısıtan sıcaklığına kendini bırakır da, nasıl yakışıklı erkek arkadaşlarının kollarına kendini gerçekten, ciddi ciddi bırakmayı düşünmez...



Hele hayatındaki erkeklerden ikisi, kocasına ayırdığı rüyalarına en az onun kadar sıklıkta girmeye başlamışsa... Tutku ve şehvet daha yoğun hissedildiği için her zaman ön plana çıkıyor ve hatta burnunu rüyalarına sokuyor. Ama geleceğe yönelik bazı düşünceler -bir aile olma düşüncesi, hayatında her zaman güvenebileceği bir erkeğin olması düşüncesi, kızına bir baba bulma düşüncesi (kızının yaşça kendinden epeyce büyük “sevgili” babaları olsa da)- geri planda zihnini meşgul etmeyi sürdürüyor. Bu nedenle bu iki erkek arasında kararsız kalıyor. Çünkü bunlardan biri içindeki tutkuyu tatmin edecek gibi gözükürken, diğeri gelecek endişelerini yok edeceğe benziyor ama tutkuyu ve güveni bir arada sunacak üçüncü bir alternatif ne yazık ki bulunmuyor. Bu iki erkek de -şimdi onların sırası geldi- öykünün biri otuzlu diğeri ellili yaşlardaki diğer kahramanları...



Ellili yaşlardaki, kendi işinin başında bir patron. Felsefesi “Yaşayan kazanır...” değil, “Kazanan yaşar...”. Bu felsefeyi çok da iyi uygulamış, iyi kazanmış... Geleceğini garanti altına almış. Ama bu çabalarıyla gençken evlendiği ve sorumsuzca terk ettiği karısının ve kadından olan oğlunun, vicdanını sızlatan çığlıklarını dindirmeyi başaramamış. Sonra öykümüzün kahramanı bu kırk yaşlarındaki kadına rastlamış. Onu zengin erkek konumuyla çabucak etkileyebilir, gelecek vaatleriyle büyüleyebilirmiş, eğer kadının beynine girip aklını çelen -hem de tam ters yönde- başka bir erkek olmasaymış.



Bu erkek de son kahramanımız, otuz yaşlarındaki delikanlı. Kadın, zengin erkekle lüks yerlerde öğle yemekleri yerken, otuzluk delikanlısıyla sabahlara kadar süren ve gecenin hakkını gerçekten veren buluşmalar yapıyor. Hafta sonunda zengin hayranının şehir dışında ve deniz kıyısındaki evine kapanıp sakin ve huzurlu birkaç gün geçirirken, önceki hafta, delikanlının motorsikleti üzerinde geçirdiği plansız programsız ve tümüyle motoru kullananın yaşam tarzının doğal sonucu olarak karşılaşılan maceraların aklına gelmesinden kendini kurtaramıyor. Yaşamının geri kalan zamanını moruklamaya yüz tutmuş centilmenin kanatları altında rahat geçirebileceğini düşünürken, tutkulu ama sadece gününü yaşayan gencin, geceleri rüyalarına girip, aklını başından almasına engel olamıyor.



On yıl öncesinde olsa, ileride geleceği için endişelenmeye bol bol zamanı olacağını düşünerek, zengin sevgilisinin kırışmaya başlamış yanağından bir makas alıp, hafta sonunu -ve tüm hafta sonlarını- motorun üzerinde geçirebilecekken ve on yıl sonrasında olsa, genç aşığın motorunun gürültüsünün kulaklarını fazlasıyla rahatsız ettiğini görerek, Limuzin’in o sessiz ve sarsıntısız arka koltuğuna gönül rahatlığıyla kurulabilecekken, geçmişi ile geleceğinin sınırında, kırk yaşlarında yaşıyor... Her insan hayatının belli bir döneminde yaş bunalımı geçirir... Kadınların farkı, bunalımın hayatlarının her dönemine yayılmasıdır.



Otuzlu yaşlardaki gencin nasıl biri olduğu konusunda kafanızda canlanan fikirlere aynen katılalım, onu fazlaca anlatmayalım. Gizemli bir kişiliği olduğundan bu tavrımız onun da hoşuna gider.



Yaşamın hep ileri doğru gittiği düşünülerek, gelecek endişesinin daha önemli olduğu söylenebilir. Ama yine yaşamın hep ileri gittiği gerçeğinden şöyle bir sonuca da varılabilir: İnsan hep geçmişe kalır. Zaten fotoğraflarını tozlardan, örümcek ağlarından temizleyip, parlatıp, baş köşemizdeki yerlerine astığımız bir geçmişimiz olmadan, geleceğimiz ne kadar parlak olabilir... Bugün geçmişe mi aittir, yoksa geleceğe mi? Yoksa otuzluk delikanlımızın felsefesi mi en doğrusu: Bugün, bugüne aittir...



Bugün, bugüne aittir... Yarını düşünmeye gerek yok. Peki ya iki saat sonrasını, bir saat sonrasını... Bir an sonrasını düşünmeden yaşayan bir beyin var olabilir mi acaba? Bugün bugüne aittir felsefesi bir kandırmaca mı yoksa?



Nitekim bu felsefenin öykümüzdeki temsilcisi otuzluk delikanlı da geleceği düşünüyor. Planlar yapıyor. Aynen sizin ve benim gibi. Onun da hayatta yapmayı istediği, arzuladığı şeyler var. Örneğin o, kırklık sevgilisinin kızını arzuluyor... Ve onu elde ediyor. Hem anne hem kızla beraber oluyor. Ve ne anne ne kız bunu biliyor.



Delikanlının da bilmediği şeyler var. Kızıyla ilişkiye girmekten çekinmediği kırk yaşındaki sevgilisinin, ona ara sıra bahsettiği ve yaşam tarzının bir gereği olarak olgunlukla karşıladığı -ya da öyle gözüktüğü- elli yaşlarındaki zengin centilmen, yıllar önce, daha o kundakta bir bebekken annesini terk eden adam, yani babası.



Babasının bu sorumsuz davranışına rağmen annesi, ondan hep iyi söz etmiş olduğundan ve onun bir gün geri döneceği umudunu çocuğa içten içe yansıttığından, ergenlik çağlarının sonuna kadar saf ve inatçı bir umutla onu beklemiş genç adam. Artık geleceğine inanmadığı gün, geleceğe de inanmamaya başlamış.



Babası ise -bu gerçeğe henüz kendinizi alıştıramamış olabilirsiniz, bir önceki paragrafı bir daha okuyunuz- terk etmenin dayanılmaz acılarını her zaman içinde taşıyarak ve geri dönmenin göze alınamaz ağırlığına katlanamayacağını düşünerek, vicdanını başka bir yerde rahatlatma yolunu seçiyor. Kırk yaşlarındaki kadının ve onun yirmili yaşlardaki kızının karşısına, onlara güvenli bir gelecek garantileyen zengin ve dul bir koca ve sempatik bir baba olarak çıkıyor. Aslında karısı olmasını istediği, sizin bu öykü bahanesiyle tanıştığınız kadını, o çok öncelerden, daha dul kalmadan tanıyormuş. Hatta o sıralar henüz karısını ve oğlunu kendi başlarına bırakıp gittiği kafasına dank etmemiş ve vicdanının sesini duymaya başlamamışken, onunla kısa süreli bir ilişki de yaşamış. Karşı tarafın beraberliklerine engel yanı -kadının kocası, evin gerçek babası- ortadan kalktığında, yas döneminin hemen ardından, vicdanının artık duymaya başladığı sesinden kendini kurtaracak evlenme teklifini yapıyor.



Gençliğinde yaptığı hata, onun yalnızca geleceğe bakmasını ve yalnızca gelecek için çalışmasını ve bu sayede zengin olmasını sağlamış. Ama ikinci plana iterek, anımsadıklarını bastırarak kurtulmaya çalıştığı geçmişi onu, elli yaşının bir dönemecinde bekliyor. Artık giderek kısalan gelecek, geçmiş kadar önemli değildir. Kısa kibrit çöpünü kim çekmek ister...



Ve elli küsur yaşlarındaki bu adam, kadınla hayatını tekrar birleştirerek, daha önceki ilişkilerinden olduğunu bilmediği kendi öz kızının üvey babası olmaya doğru ilerliyor. Bu durumu kız da bilmiyor, sadece kızın annesi biliyor.



Hayat öyle kurnazdır ki size uzattığı kibritlerin içinde, birden fazla kısa kibrit olup olmadığına dikkat etmelisiniz...



Ellili yaşlardaki beyimizin, yaşının verdiği olgunlukla bu öğüdümüzü dinlediği pek söylenemez; o yaşlarda insanlar öğüt dinlemezler. O zaman, kim otuzlu yaşlardaki delikanlı ile yirmili yaşlardaki genç kadını suçlayabilir; o yaşlarda da insanlar öğüt dinlemezler. Bu iki genç, kardeş olduklarını bilmeden, birbirleriyle sıra dışı bir ilişkiye girmişlerse, hayat tarzlarının sıra dışı olması içlerini rahatlatır mı? Yarını da dünü de düşünmeye gerek duymayan bir adam, geçmiş hatalarının geleceğini etkilemesine izin verir mi? “Ensest ilişkiyi hangi din, hangi Tanrı yasaklamış, benim dinimde bal gibi de yeri var...” deyip, bireysel dinine yeni ahlak kuralları ekleyebilir mi genç kadın?



Sanırım ekleyemez. Çünkü eğer ekleyebilseydi, bir tane de kendi babasına ilgi duyan bir kadının, onunla beraberliğini haklı kılacak bir kural eklerdi. Halbuki o, öz babası olduğunu bilmeden annesinin bu elli küsur yaşındaki sevgilisine ilgi duyuyor. Ölen (üvey) babasının eksikliğini hissetmediğini söylese de, hayatındaki erkeklerin babası yaştakilerinin azımsanamayacak sayıda olması, onu haksız çıkarıyor. Annesinin ilişkisine bu nedenle karşı çıkıyor. Annesi ilgi duyduğu erkekle evlenirse, üvey babası olacak bu adamla beraber olamaz. Ama bu evlilik gerçekleşmezse, ilişkilerini annesinden gizlediği ve annesinin sırrını da öğrenmediği sürece, gönül rahatlığıyla, öz babası olduğundan habersiz bu adamla ilişkiye girebilir...



Ama eğer annesinin sırrını öğrenirse, yaşadığı olaylar üzerine kurduğu felsefi görüşlerinin, yaşam, ölüm ve aşk konulu olanlarında, temelden bazı değişiklikler yapması gerektiğini düşünecektir. Bu açıdan görüşlerini “O kadar yıl dizinin dibinden ayrılmadığım, babam olduğuna inandığım kişi aslında babam değilmiş, demek ki insan babasına bile güvenmemeli...” ya da “Bir kızın babasına duyduğu sevgi, belki de şu anda âşık olduğum insana duyduğum sevgiden farklı değildir, o zaman bir kızın babasına (ya da bir oğlan çocuğunun annesine) âşık olduğunu düşünmemesinin tek nedeni, onun babası (ya da annesi) olduğunu bilmesidir...” şeklinde değişikliğe ve yeniliğe uğratacak ve gönül verdiği felsefenin, hiçbir şeyden emin olmamak anlamına geldiği bir kez daha kanıtlandığı için mutluluk duyduğunu söyleyecek ama bundan da çok fazla emin gözükemeyecektir. Burada, genç kızın kafasının iyice karışması ve felsefe yapmayı bırakıp ağlaması büyük olasılıktır.



Şu ana kadar kaçırdığınız bir şeyler oldu mu? Sanırım ben bir şeyi kaçırdım... Kırk yaşındaki kadın kahramanımın felsefesine yer vermedim (halbuki tüm bu ilişkilerin merkezinde o var). Gururuna yediremediği ve ailesini dağıtmak istemediğinden, kızının gerçek babasının elli yaşındaki eski dostu olduğunu kimseye söylememiş. Şu anda da söylemeye niyetli değil. Ama aynı zamanda otuzluk delikanlıyı -şehveti- terk ederek, kız ile babayı yıllar sonra -onlar bundan habersiz de olsa- bir araya getirmeyi düşünmüyor da değil. Tabii kızının öz babasından hoşlandığını ve onunla evliliğine bu nedenle karşı olduğunu da anlamış değil. Bir de şu var ki, kızının öz babasının başka bir kadından olma oğlunun, şu anda kendine şehveti yaşatan delikanlı olduğunun da hiç farkında değil.



Sanırım şimdi oldu, size her şeyi düzenli bir şekilde toparlayıp, hiçbir şeyi atlamadan aktarabildim. Öykü yazarken en çok dikkat ettiğim nokta budur: Hiçbir şey karmaşık kalmamalıdır.





(Gençlik Kitabevi Öykü Ödülü ‘97 Mansiyon)



ACI ÇEKMENİZE DAYANAMAM





Avukat tutmadım, kimsenin beni savunmasını istemiyorum. Çünkü suçlu olup olmadığımı bilmiyorum. “Ben masumum Hakim Bey!” diyebilir miyim? bilmiyorum. O kadını tam alnından vurdum. Bu doğru. Kendimi iyi hissetmiyorum, ama eminim onu tek kurşunla öldürmeseydim şu ankinden daha kötü hissederdim. Ne yazık ki bu da doğru.



Onun acılarına son vermek ilk düşündüğüm şey miydi? Yoksa sadece kendimi mi rahatlatmak istedim? Onun iki kamyonun arasına sıkışmış bedenini görünce çıldıracak gibi oldum. Kalbime bir bıçak saplansaydı, suratındaki ifadeyi gördüğümdeki kadar acıtmazdı canımı. Ama silahın tetiğini hiç duraksamadan çekmeme çığlığı neden oldu. Ani bir karardı, o an doğru olup olmadığını düşünmem olanaksızdı. Kurtulmak istedim sadece. Belki de kurtarmak... onu çektiği acılardan kurtarmak. O kadar rahatladım ki öldüğünde. Çığlığı dinmiş, yaşlı bedeni hâlâ arada sıkışık kalmasına rağmen boşalmış, rahatlamıştı sanki. Ama onun için mi yaptım, kendim için mi bilmiyorum Hakim Bey. Ve suçlu olup olmadığımı da bilmiyorum. Masum olduğuma emin değilim yani. O yüzden kimseyi istemedim beni savunsun diye. Ben içimde kendimi savunamıyorum ki.



Ve Hakim Bey, daha da kötüsü geliyor aklıma. Çok daha kötüsü... Belki de beni suçlu bulmanıza neden olacak bir şey. Belki tetiği çekip o kadını öldürdüğüm gibi, şimdi de kendi şakağıma dayadığım silahın tetiğini çekeceğim birazdan söyleyeceğim sözle: Aynı durumla bir daha karşılaşsam yine aynı şeyi yaparım.



Rahatladım Hakim Bey. Aynı o kadını öldürdüğüm anki gibi rahatladım. Ama siz pek iyi görünmüyorsunuz. Rahatsız mısınız? Söylediklerim mi rahatsız etti sizi? Karar vermekte mi zorlanıyorsunuz, benim gibi? Acı mı çekiyorsunuz? Ağzınızdan hırıltılar çıkmaya başladı. Yapmayın. Ne olur yapmayın. Buna dayanamam. Acı çekmenize dayanamam. Beni katil etmek mi istiyorsunuz tekrar Hakim Bey...





(Mart Nisan 95 Edebiyat ve Eleştiri)


KEDİ - FARE





İşte harekete geçti. Yatağından kalktı. Biraz ses çıkartıp iyice uyuduğumdan emin oldu. Uykumun ağır olduğunu, daldığımda kolay kolay uyanmadığımı zannediyor. Aylardır uyuyor numarası yaptığımı, aslında göz ucuyla onu izlediğimi bilmiyor. Bunu öğrenirse bütün eğlencem bozulur.



Sakladığı yerden sopasını buldu. Ucuna kanca geçirmek iyi fikirdi. İlk zamanları düşünüyorum da... Ter içinde kalırdı anahtarları alana kadar. Tabii o zaman kancasız, düz bir sopa ile yapmaya çalışıyordu bunu. Sonra akıl etti de kanca takmayı, rahatladı.



İlk günlerki gibi heyecanlı yine. Ama artık eskisi gibi terlemiyor. Neydi o ilk zamanlar; tecrübesiz ve korkak bir mahkumdu. Buraya henüz uyum sağlayamamıştı. Her gün somurtur dururdu. Yemeklerde ve havalandırma saatlerinde pek kimseyle konuşmaz, zararsız bir insan olduğundan ara sıra mahkumlar onu aralarına çağırıp sohbetlerine dahil ettiklerinde, suratında aptal bir gülümseme, öylece oturup sadece konuşulanları dinlerdi.



İki ay geçti neredeyse. Durumu yine aynı. Fazla bir değişiklik yapmadı hayatında. Buraya gelenler daha önce hiç böyle bir deneyim yaşamamış olsalar bile, bir süre sonra insanlarla arkadaşlık kurmaya, toplu yapılan işlere katılmaya, dışarıdaki hayatları gibi bir hayat sürmeye başlarlar. Oysa o, bu gelişmelerden hiçbirini gösteremedi. Bunun nedenini sadece ben biliyorum. Onun aklı hâlâ dışarıda, kaçmak için planlar yapıyor o.



Her mahkum kaçma planları yapar. Başlangıçta bizim hapishanedekiler de... Her ne kadar buradakiler adi suçlardan tutuklanmış olsalar da, beş-altı yıl beklemeyi göze alamayıp kaçmayı düşünenler olmuştur. Bazıları başardılar da bunu, ama onların sayıları önemsenmeyecek kadar az. Çoğu buraya alıştığını fark eder bir süre sonra ve bir de bakar ki dışarı çıkmak, özgür olmak gibi düşüncelerle işi kalmamış artık. Hem dışarı çıkıp da ne yapacak. Çoğu işsiz ya da yaşlıdır çünkü. Burada ekmek parası kazanma, birilerine bakma derdi yok; dolu dost, ahbap var. Herhangi bir kötü davranışla karşılaşma olasılığın da az. Kıyaslanırsa, dışarıdaki hayat daha tehlikeli. Zaten belli bir yaşa gelmişsin. Hayattan fazla bir beklentin de yok. Otur oturduğun yerde de günlerinin tadını çıkar, değil mi...



Ama insan genç olunca, her şey farklı. Ya bir kızı düşünüyordur devamlı, onun için kaçma fikrini bir türlü atamıyordur kafasından; ya da yaşamak isteyip de yaşayamadığı başka hayatlara özlem duyuyor, gitmeyi isteyip de gidemediği başka ülkelere gitmeyi planlıyordur. Gençsin, haklısın aslında. Ama başaramazsın ki çocuğum. Gençsin, düşüncesizsin. O yüzden bilmiyorsun ki, şu kemerime asılı anahtarları alıp da, o parmaklıkların arkasından çıksan bile, hapishanenin dışına kadar seni kaç engel bekliyor. Gençsin, aklın bir karış havada. Gençsin, tecrübesizsin. Gençsin, beni eğlendiriyorsun...



İmreniyorum şu çocuğun içindeki heyecana. Her gece hiç aksatmadan deniyor kemerimdeki anahtarları almayı. Yılmadan bekliyor gecenin bir vakti horul horul uykuya dalmamı. İyi rol yapıyorum ben de, hiç fark ettirmiyorum aslında uyumadığımı, hafif aralık göz kapaklarımın arasından onu gözlediğimi. O beni, gözleri hafif aralık uyur sanıyor. Ucuna kanca geçirilmiş uzun sopayı parmaklıkların arasından uzatıyor kemerime doğru. Aslında çıkarması olanaksız ama ben kemerim göbeğimi sıkıyormuş da gevşetmişim gibi yapıyorum uykuya dalmadan önce. O yüzden biraz uğraşsa da, sonunda çıkarmayı başarıyor anahtar yığınını. Her akşam aynı mutlulukla, aynı coşkuyla çekiyor parmaklıkların arasından ucuna koğuşların anahtarlarının takılı olduğu anahtarlığımı.



Tabii çok dikkatli olmalı bu sırada. Yere düşürürse, gerçekten hatırı sayılır bir gürültü çıkarabilir anahtarlar. Allah için becerikli çocuk. Bir kez dışında gerçekten çok iyiydi bu konuda. Sadece bir kez düşürdü anahtarları yere. Neyse ki çok fazla ses çıkmadı da, uyanmamış numarası yapabildim. Ağzımı şapırdatıp, dilimle dudaklarımı ıslatarak, gözlerimi açmadan bir iki kıpırdadım, gürültüden rahatsız olmuşum gibi. Nasıl beti benzi attı biliyor musunuz... Yoksa uyanmak zorunda kalsaydım, yazıktı çocuğa; yoksun kalacaktı özgürlük düşüncesinden. Hoş bana da yazık, en büyük eğlencemi kaybetmek istemem doğrusu... Onun daracık parmaklıkların arasından görünen yüzündeki o hep değişen anlamları, hareketlerini izlemek ne büyük bir zevk veriyor bana, heyecanlandırıyor, bilemezsiniz: İlk önce uyuduğuma emin olmak isteyen meraklı gözler... işinde giderek daha da ustalaşan bir hırsız gibi kibar hareketler... işin sopayı uzatıp, anahtarları çengelin ucuna geçirirkenki o önemli kısmının, adamın kıçını terleten inceliğinin yüzüne yansıması... Doğrusu tiyatroyu çok severim, ama zaman bulamıyorum. Neyse ki burada rol yapmayan bir aktör var...



Ama en iyisini kesinlikle biliyorum: Kancanın ucuna taktığı anahtarları demir parmaklıkların arasından geçirip eline aldığından sonraki hali... O anları unutmam mümkün değil. Her gece ona bu oyunu hazırlamamdaki tek neden bu anlar belki de. O anahtarları, parmaklıkların arasından zorlanarak, teker teker hücresinin kilidine takıp çevirmesi... Her bir anahtar doğru anahtar ona göre. Her anahtarı aynı umutla sokar deliğe, aynı mutlulukla, heyecanla dener açıp açmadığını. Yirmi-otuz anahtar denediğinde bile bozulmaz yüzündeki anlam: Bu değil... bir sonraki... bu da değil... bir sonraki... bir sonraki... Bu heyecanı ancak bu yaşta duyar insan... Hiç umutsuzluğa düşmez. İmreniyorum...



Anahtarları karıştırır bazen heyecandan. Hangi anahtarları denediğini unutur. Denediklerini bir daha dener. Bazen daha dikkatli davranır ve sıraya sokar anahtarları. O zaman karıştırmaz. Sonra anahtarların hepsini denediğini ama hiçbirinin açmadığını görür. O hayal kırıklığı anı, birden omuzlarını çökertir, başı öne eğilir. Ağlamaklı olur. Onu görmenizi isterim o anlarda... Yazık...



Sonra artık çok zaman harcadığını düşünerek ve bir kez daha başaramadığını anlayarak, anahtarları gerisin geriye, kemerime asar. Senin hücrenin anahtarı cebimde duruyor genç çocuk... Onu diğerlerinin arasına koyar mıyım hiç?



O bunu bilmez, ama umutsuzluğa da hiç kaptırmaz kendini. Nasılsa bir gün denediği anahtarlardan biri açacaktır hücre kapısını. Ne büyük hayal... Ya da başka bir yolunu bulacaktır kaçmanın. Asla vazgeçmez... Bunları düşünerek, yüzünde mutlu bir gülümseme -her gece rüyasında başarıyor kaçmayı, biliyorum- uyur. Ondan biraz sonra, ben de başlarım uyuklamaya...



......

Yaşlı gardiyan, genç mahkumun hücresinin karşısında her zaman kestirdiği koltuğunda, bir sabah güneşin doğmasına yakın uyandığında, iç çamaşırlarıyla buldu kendini. Karşısındaki hücrenin demir parmaklıklı kapısı aralıktı ve tahmin ettiği (aslında hiç tahmin edemediği) gibi içerisi boştu. Alarm vermek için ayağa fırladığında, üzerinden yere düşen bir şeyin çıkardığı metalik ses, dikkatini bir an o yöne çekti. Bir anahtardı bu. Her gece diğerlerinden ayırıp, pantolonunun cebine koyduğu hücre anahtarını hemen tanıdı.



Nasıl başarmıştı? Cebinden nasıl alabilmişti kendi hücresinin anahtarını genç mahkum? Orada olduğunu nereden bilmişti? Aralık göz kapaklarından her gece seyrettiği genç mahkum, bir an, görmeye hiç alışık olmadığı bir pozisyonda geldi gözlerinin önüne: Üzerinde kendi gardiyan elbiseleri, hapishaneyi çevreleyen ormanlık arazide, uzun saçları rüzgardan dalgalanarak, mutluluktan uçarcasına koşuyordu özgürlüğe doğru...



Ama belki de henüz çıkamamıştı hapishaneden. Nasıl başarabilirdi ki zaten bunu. O saf, tecrübesiz çocuk...



Belki de... Belki de her şeyi taa başından beri biliyordu. Hücresinden çıktıktan sonra anahtarı dalga geçercesine karnının üzerine koyması başka nasıl açıklanabilirdi... Peki nasıl alabilmişti o anahtarı cebinden? İşte en çok kafasını kurcalayan soru... Bunu öğrenmeliydi.



Bir anlık kararsızlığı geçti ve bütün hapishaneyi uğursuz bir siren sesine boğacak alarm düğmesine bastı.





(Ocak Şubat 1996 Berfin Bahar)


SON ARZU







İnsanlar meydana gösteriyi seyretmek için toplanıyordu. Herkes gayet ciddiydi. Kalabalık çoğaldıkça, her yeni katılan, ortamın ciddiyetine hızla uyum sağlıyor, suratına sert bir ifade takınıyordu. Somurtan insanlar topluluğu böylece oluşuyordu.



Kalabalığın seyretmek için toplandığı bu ciddi olay bir idam gösterisiydi.



Birazdan gösterilecek şey, bir insanın nasıl öleceğiydi. Bir insan nasıl idam edilebilir? Cellat boynuna bir ip geçirir ve ayaklarını yerden keser... Boynunu koyduğu yarıkta, başına kötü şeyler gelir... Özel bir koltuğa oturtulur ve elektrik verilmek suretiyle dünyası karartılır... Hoşunuza giden bir yöntemi seçebilirsiniz. Biri ya da öbürü... Benim için fark etmez.



Gösteriyi izleyecek insanlar, önce hiç konuşmadan mahkumun getirilmesini bekliyordu. Bir süre sonra mahkum gecikince, kalabalık sıkılmaya, küçük küçük hareketlenmeye başladı. Dikkatlerini olayın merkezi idam sehpasından uzaklaştırıp birbirleri üzerinde yoğunlaştırdılar. Laf atmalar, şakalaşmalar, tanışmalar başladı... İlk öncüleri diğerleri de takip etti. Artık olayın gerçekliği ikinci plana itilmiş, insanlar bir tiyatro dekorunun hazırlanışını izlermiş gibi izlemeye başlamışlardı idam hazırlıklarını.



Mahkumun getirilmesi sırasında sesler biraz kesilip, insanlar mahkumu inceledilerse de bir süre, sonra yine aralarında konuşup idamla ilgili yorumlar ve espriler yapmaya devam ettiler. Uzaktan bakınca herhangi birisine benziyordu nasılsa idam edilecek adam, içlerinden biri gibiydi...! Ya da siz okuyuculardan biri gibi...!



Peki tamam, kızmayın, son iki cümleyi değiştiriyorum. İdam edilecek adam kimseye benzemiyordu. Aramızdan biri gibi değildi. Hiç kimse gibi değildi... O farklı biriydi. O idam edilecekti... Siz seyredenler ya da okuyanlar keyfinize bakmaya devam edin lütfen.



İdamın gerçekleştirileceği yerde mahkum, yargıç, cellat ve iki görevliden oluşan küçük kalabalık görevlerinin bilincinde olarak ciddiyetlerini koruyorlardı. Şöyle bir konuşma geçti aralarında:



“Son arzumu söylemek istiyorum.”

“Tabii, buyrun.”

“Sizin için artık hiçbir şey fark etmez belki, ama benim için çok şey fark eder.”

“Sizi dinliyorum...”

“Beni gereksiz bir vicdan azabından kurtarabilirsiniz.”

“Evet, buyrun söyleyin.”

“'Suçluyum' deyin... 'Gerçekten suçluyum...'.”



Mahkum, yargıçın bu son sözlerinden sonra şaşkınlığını gizlemeye çalışarak ne söyleyeceğini düşündü bir süre;



“Evet haklısınız, benim için artık hiçbir şey fark etmez.” dedi.



Sonra suratında, taşıdığı sorumluluğun ağırlığıyla çatılmış kaşlarının bozamadığı bir gülümseme, konuştu.



“Suçluyum...” dedi, “Gerçekten suçluyum. İçiniz rahat etsin.”



Yargıç, gülümseyerek kalabalığa döndü yüzünü. Onların bir anda seslerini kesip, gözlerini kendi üzerine çevirmeleriyle görevini hatırladı ve tekrar eski ciddiyetini takınarak cellata döndü, infazın yerine getirilmesini işaret etti başıyla.



Bir süre sonra infaz gerçekleşmiş, olan olmuştu. Cellat boynuna ipi geçirmiş ve ayaklarını yerden kesmişti... Boynunu koyduğu yarıkta başına neler neler gelmişti... Özel bir koltuğa oturtulmuş ve elektrik verilmek suretiyle dünyası karartılmıştı... Siz hangisini seçtiyseniz, o olmuştu. İçinizden bir tane bile itiraz eden çıkmadı ama. “Bu idama itirazı olan varsa, ya şimdi konuşsun ya da ömür boyu sussun.” diye kimse de sormadı zaten. Sorsa da tek bir kişinin itirazı olurdu belki, ama o da zaten ömür boyu susturulacağı için kimseye dinletemezdi lafını.



Gösteri bitince dağılmaya başladı kalabalık. Yargıç halinden memnundu. Adalet yerini bulmuş, suçlu cezasını çekmişti. Gönül rahatlığıyla ayrıldı meydandan. Güzel bir akşam üstüydü. Evine doğru yürürken zihnini meşgul edecek hoş şeyler bulabilirdi.



“Aman Allahım!...” dedi birdenbire. “Ne kadar bencilce davrandım; adamın son arzusunu sormayı unuttum...”



Bir an, ona hiç de yakışmayan üzgün bir ifade belirdi suratında ve hemen kayboldu.



“Neyse...” dedi. “Merhum için hiçbir şey yapılamaz artık. Biz yaşayanlara bakalım.”


GİZLİ POLİS





Polis olduğumu bilmez sevgililerim. En azından ilişkimizin başlarında. Daha sonra bir şekilde öğrenirler. O zaman da beni terk ederler.



Silah taşırım. Sadece görev sırasındayken değil, hemen hemen her zaman. Alışkanlık işte. Sadece uyurken çıkartırım. Yani gece evimde uyurken. Onun dışında, gözetleme sırasında, nöbetimi bir-iki saatliğine ortağıma devrettiğimde, elbiselerimle, dolayısıyla da silahımla uyurum. Eve yorgun argın gelip elbiselerimi bile çıkaracak halim olmadığı zamanlarda, biraz gayretle sadece ayakkabılarımı ve pantolonumu çıkartıp kendimi yatağa attığımda, silahımın kayışını çözmek aklıma bile gelmez. Beni rahatsız etmez çünkü. Çok alıştım ona. (Sevgililerim de bir alışabilseler.)



Bir şey itiraf edeyim mi; sütyenim, silahımın kayışından daha çok rahatsız ediyor. Göğüslerim normalden büyüktür. Bir polis için hiç de iyi bir şey değil bu. Koşarken rahatsız ederler, dar bir yerden geçmek gerektiğinde ya da saklanmak, başıma dert olurlar.



Bir defasında sırf onlar yüzünden postu deldiriyorduk. Ortağım ve ben, içeriyi aramak için bir şüphelinin evine girmiştik. Her tarafı aradık. Tam bodruma indiğimizde arkamızdan ayak sesleri duyduk. Aceleyle saklanmamız gerekti. Gözüme ilk ilişen aralığa attım kendimi. Ve ne büyük bir hata yaptığımı anladım. Daracık bir yerdi burası. Zorla sığabiliyordum.



Ortağım da benim bulunduğum yerin tam karşısındaki bir kapı aralığına saklanmış. Sonradan anlattığına göre, ortalığı gayet rahat görebiliyormuş. Bodruma inip, saklandığım aralığın hemen yanındaki bir masanın üzerinde gizli bir pazarlığa oturan, benim başımı uzatmaktan bile korktuğum için sadece seslerini duyabildiğim adamları da görebilmiş.



Pazarlığın bitip, adamların gittiğini ayak seslerinden anladığım halde, yine de tedbirli davranıp ortağımdan bir işaret bekledim. Bir gülme sesi duyunca çok şaşırdım. Ortağımın sesiydi bu ama böyle bir işarete hiç de alışık değildim. Genelde, o çok erkeksi bulduğum ıslığını çalardı, beni uyarmak, haberdar etmek istediğinde. Başımı uzattığımda, suratıma bakarak gülmesine devam etti, bir yandan da sesinin duyulmaması için ağzını kapatıyordu.



Gülmesini, biraz önceki gergin durum sonrasında, sinirlerinin boşalmış olmasına bağladım. Ama anlattığına göre durum çok farklıymış. Saklandığım yer, her tarafımı iyice gizlediği halde, göğüslerimin, ince kazağımın altından iki büyük çıkıntı şeklinde görünmesine engel olamıyormuş. Bir an fark edilecek diye ödü kopmuş. Sonra adamlar gidince rahatlamış da durumun komikliğini fark edip gülmeye başlamış.



O olaydan sonra göğüslerimi iyice sıkıştırıp saklamak için dar sütyenler kullandım. Ne yapayım onları kesemem ya...



Ne tuhaftır ki, mesleğimde böyle sorunlar çıkartan göğüslerim, erkeklerle ilişkilerimde, vücudumun en ilgi çeken yeridir. Ama birçok kez hayatımı kurtaran en yakın arkadaşım silahım, onları korkutur. Silahın kendisinden korktuklarından değil, bir kadının silah taşımasına alışık olmadıklarından, doğrusu, bir kadın polisle beraber olmaya alışık olmadıklarından. Bir süre sonra sıradan bahanelerle terk ederler beni.



Baştan böyle şeyler olacağını bildiğimden, artık polis olduğumu gizliyorum. Bir dedektiflik bürosunda sekreterim yeni tanıştığım bir erkek için. Böylece işimden de konuşabiliyoruz görüştüğümüzde. Tabii her zaman çok dikkatli davranıyorum. Örneğin, dün gece bir hırsızı nasıl iki saatlik bir takip sonunda yakaladığımızı, hayali bir dedektiflik bürosunun, hayali bir dedektifi bana anlatmış gibi anlatıyorum.



Ve silahımı da çok iyi saklamak zorundayım. Önceleri, özel kemeriyle koltuk altıma asar ya da pantolonumun, eteğimin arka tarafına, bel kısmına sıkıştırırdım. Ama gecenin ilerleyen saatlerinde içkiler de içilmişse, kendini kontrol edemeyen adam bana sarılıp, sert(!) hatlarımdan hayal kırıklığına uğradığından, silahımı artık bir çantada taşımaya başladım. Böylece “çanta taşımayan bir kadınla hiç çıkmamıştım” gibi gereksiz sohbetlerden de kurtulmuş oldum.



Çanta taşımam (yani taşımazdım.). Çünkü sık makyaj yapmam; makyaj çantamı yanıma almama hiç gerek yok. Paramı da erkeklerin yaptığı gibi bir cüzdanda arka cebimde ya da ceketimin iç cebinde taşırım.



Kadın gibi kadınım. Yani bazı erkeklerin ima ettiği gibi erkeksi değilim. Zaten erkeksi olduğum konusundaki imalar genelde polis olduğum bir şekilde ortaya çıktığında başlıyor. Güzel bir kadınım; vücut hatlarım, göğüslerim haricinde de fena değil. Akıllıyım da aynı zamanda. İşimde başarılıyım ve hayatımı da işimi de bütün zorluklarına rağmen seviyorum.



Zaten hayatın da işimin de kolay olmayacağını biliyordum, peşinen kabullendim. Ama şu erkekleri bir türlü anlayamıyorum, düşüncelerini kabullenemiyorum. Kadın, onlara göre daima korunmaya muhtaç olmalı. Bir kadının, erkek arkadaşıyla yürürken, sokağın ortasında kendine omuz atan bir adamın peşinden gidip, önce nazikçe, gerekirse sarsa sarsa kibarlık dersi vermesi, onlara göre çok itici.



Bir defasında kalabalık bir belediye otobüsünde, erkek arkadaşımla ayakta yolculuk ederken, bir kadının, arkasına iyice yaklaşmış, neredeyse dayanmış serseri görünüşlü herif tarafından rahatsız edildiğini fark ettim. Önce onları izledim. Kadın kızarıp bozarmasına rağmen hiçbir şey söylemiyor, bu da herifin daha da arsızlaşmasına neden oluyordu.



Bir an gözüm döndü. Herifi yakasından tutuğum gibi, ne olduğunu anlamasına fırsat vermeden, kapı aralığına yuvarladım. Şoföre otobüsü durdurması için seslendim, “aramızda bir sapık var şoför bey...” dedim. Otobüs durduğunda, açılan kapıdan herifi dışarı ittim. Herif şaşkın şaşkın bakarken, kadın minnettar bir ifadeyle ve başkasının duymasına olanak vermeyen bir sesle bana teşekkür etti.



Kimse olayla ilgili bir şey sormaya cesaret edemedi, sadece aralarında fısıldaşmak ve bana aptal aptal bakmakla yetindiler. Erkek arkadaşım da onlardan farklı davranmadı; bu durumlara alışık olduğumdan, ben fazla yadırgamamıştım ama o, her halde dilini yutmuştu. İneceğimiz yere kadar hiç konuşmadı ve biraz uzağımda durmayı uygun gördü, sanki beraber değilmişiz gibi. Sonra dediğine göre, bu olaydan sonra benden “Soğumuş...”.



Görüyor musunuz, elimin hamuruyla ne çok şeye karışıyorum... Böyle kahramanlıkları ancak erkekler yapabilir çünkü. Ben onların elinden bu haklarını alıyorum. Beni koruyamadıktan sonra, neden benimle çıksınlar ki. Ben pısırık pısırık oturup, “şu adam bana omuz attı”; “şu herif, şu kadını sıkıştırıyor” diye şikayet etmeli ve kenara çekilip beklemeliyim. Onlar sert erkek rolü oynayarak, gerekirse sert davranarak haddini bildirir o kişiye. Bu bir erkek işi çünkü. Ben de sonra “Ah ne cesursun sevgilim, erkeğimsin benim” diyerek egolarını okşamalıyım, o kadar.



Bütün bunlardan sonra, bir de polis olduğumu öğrenmiyorlar mı, işte o zaman olanlar oluyor. Önce, “Anlamıştım zaten, normal bir kadın böyle davranamazdı.” diyorlar. Kadının cesur olması tuhaf; polis olması ise tamamen anormal bir durum onlara göre. Sonra bazıları sıradan bahanelerle terk ediyor. Bazıları “neden polis oldun, nasıl beceriyorsun?” gibi sorularla keşke bir an önce terk edip de gitse dedirtiyor. Bazıları ise ilgiyle karşılıyor polis olmamı önceleri. Ama hayatına uyduramıyor bu gerçeği.



Çok erkek arkadaşım var. Hepsi de polis. Hepsiyle çok iyi anlaşırız. Özellikle de ortağımla. O evli. Karısıyla da tanışırız. Ama pek görüşmeyiz. Kocasının polis olmasının hayatlarını ne kadar zorlaştırdığından ve benim bu işe nasıl dayanabildiğimden açar bahsi hep. Ortak olmamızı da kıskanır. Kocasına bir kez “O kadınla bile benden çok ilgileniyorsun.” diye sitem etmiş. Her şeye rağmen ortağımı severim. Yardımseverdir. Hem iş başında, hem de iş dışında iyi ortaktır, iyi arkadaştır. En önemlisi de, bana saygı duyar.



Bir gün, gece nöbetimiz sırasında ona sormuştum, “Karın ya da sevgilin bir polis olsaydı ne yapardın?” diye. Esprili adamdır, kaçamak cevaplar vermek istediğinde, senaryolar yazar: “Karım eskiden bir ara polislik yapmıştı, çok iyi iz sürer. Benim peşimden de az koşmamıştı. Yakalayıp, parmağıma yüzüğü geçirince, bıraktı polisliği.” demişti. Sonra da eklemişti: “Hani bir söz vardır: ‘Kadının yeri evi, kocasının yanıdır.' Bu söz yarı yarıya doğru bence. Evde beni beklesin demiyorum ama, polislik yaparsa yanımda olamaz.”



Sessizliğimden yararlanarak uzun süredir kendi kendime sorup, cevaplamaya çalıştığım soruyu da sormuştu bana: “Gerçekten sevebileceğin birisini bulursan, polisliği bırakır mısın?”



Sorusunu o an cevaplayamazdım. Ancak altı ay sonra verebildim zaten cevabı, hem ona, hem de kendime. Bir mektup yazmıştım ona, başka bir şehirden; beni öldüm endişesiyle bütün şehirde ararlarken:



“Nasılsın ortak... Beni merak etme iyiyim. Hem de hiç olmadığım kadar...



Şimdi hafızanı biraz zorlamanı istiyorum senden. Aylar önce bana anlattığın senaryoyu hatırlıyor musun? Hani, uzun süre erkeğinin peşinden koştuktan sonra, onu yakalayıp eline yüzüğü taktığında, polislikten ayrılan kadın polis senaryosu... O senaryo kısmen gerçekleşti. Kadın polisi benim oynadığımı tahmin edersin. Biraz düşünürsen, altı ay boyunca yakalamak için peşinden koştuğumuz o yakışıklı kaçakçının da, esas erkek olduğunu bulursun. Yalnız bu kez senaryo biraz değişti: Ben onu değil, o beni yakaladı.



İstersen baştan anlatayım. O yakışıklı kaçakçı beni kaçırdı. Onunla bir hafta kadar beraber olduk. Yanlış anlama, sadece iş için. Önce beni, adamları da yanımızda olduğu halde sorguya çekti. Hakkında neler bildiğimizi, hangi işlerinden haberimiz olduğunu ve ne gibi tuzaklar hazırladığımızı öğrenmek istiyordu.



Kendisinden korkmadığımı, beni öldüremeyeceğini bildiğimi çünkü o zaman başına daha büyük bir bela almış olacağını, bana işkence yapacak kadar da cani birisine hiç benzemediğini söyledim.



Çok istediğim halde, hayatımda rastladığım en yakışıklı ve kibar erkek olduğunu söylemedim tabii. Gerçekten çok kibardı. Panjurları kapalı bir evde, üç gün boyunca, ağzımdan tek bir kelime alamayacağını anladığı halde, bana çok iyi davrandı. Arasıra dışarı çıkıyor ama vaktinin büyük bir kısmını benim yanımda geçiriyordu.



Akşamları adamları olmadan, başbaşa yemek yiyorduk. Beni bahçeye çıkarabilmeyi çok istediğini söyledi ama nerede olduğumuzu anlamamam için yapamazdı. Haklıydı. O yüzden dördüncü günün akşamı, yemeğimizi bahçede yerken çok şaşkındım.



Mükemmel güzellikte manzarası olan bir kır eviydi burası. Ve çok romantik saatlerdi geçirdiğimiz. Dört gün boyunca rahatım yerindeydi, ölüm korkum da yoktu ama yine de bir rahatsızlık sezinliyordum. Dördüncü gün yediğimiz o yemeğin sonlarında, beni daha da rahatsız eden bir şey söyledi.



İstersem gidebilecektim, özgürdüm. İki üç dakika kadar hiçbir şey söyleyemeden, öylece durdum. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Bildiğim tek şey vardı, gitmek istemiyordum. Açıkçası dört gün boyunca gece yattığımda, bu yakışıklı kaçakçıyla beraber olma hayalleri kurmadım değil. Önce bunun, can sıkıntımın doğal bir sonucu olduğunu düşünmüştüm. Ama değilmiş. Ona âşık mı olmuştum bilmiyordum ama yanından ayrılmak istemiyordum.



Bütün bu düşüncelerden sıyrılıp, görevimi hatırladığımda, ona, geriye dönünce her şeyi anlatacağımdan ve evi en kısa zamanda polislerin basacağından bahsettim. Bunu bildiğini tahmin ediyordum. Tahmin edemediğim, bu yakışıklı adamın, yurt dışına çıkmayı ve oraya yerleşip artık başka bir hayat kurmayı düşündüğünü anlatmasıydı. İki gün içinde gidiyormuş ve nereye gittiğini bana bir şartla söylermiş.



Şartı neydi biliyor musun? Onunla gitmemi istiyordu, onun karısı olmamı...



“Ama ben bir polisim” dedim, içgüdüsel bir tepki ve eski erkek arkadaşlarımdan kalan bir alışkanıkla. Suratıma tatlı tatlı gülümseyerek baktı ve bu karara nasıl vardığını anlattı. Bizim onu gözlediğimiz kadar, o da bizi gözlüyormuş. Birkaç işini önceden haber alıp engellememizden sonra bunu gerekli görmüş.



Daha sonra, bu gözetlemelerin tedbir amaçlı olmaktan çıktığını fark etmiş. Birkaç kez, arkadaşlarımla gece çıkarken beni özel olarak izlemiş. Kendini göstermeden, bizimle aynı lokantalarda ve barlarda oturmuş. Ve uzun süredir kafasında kurduğu yeni ve namuslu bir hayat planına, beni de dahil etmeyi o zamanlar düşünmüş. Beni kaçırıp, sorguya çekmesi tamamiyle bir oyunmuş. Benimle tanışmak için oynadığı bir oyun.



Bana “Bunun delilik olduğunu ve teklifimi büyük bir olasılıkla kabul etmeyeceğini biliyordum ama denemek zorundaydım. Çünkü bu düşünceyi kafamdan atmalıydım.” dedi.



Ne düşünüyorsun şu an? Nasıl hissediyorsun? Ben mükemmel hissediyorum. Teklifini kabul edip, onunla gittim çünkü. Şu an, adını sana söyleyemeyeceğim bir yabancı ülkede, evlilik hazırlıkları yapıyoruz. (Onun bazı tanıdıkları sayesinde, mektubu sana elden ulaştırdık, nereden gönderildiğini öğrenmeyesin diye, kusura bakma.)



Ne diyeceğini tahmin ediyorum, onu tanımıyorum, değil mi? Ama bu, ona aşık olmamı engelleyemedi. Ben bir polisim, o ise bir kaçakçı, değil mi? Bu da ona aşık olmamı engelleyemedi. Kaçakçılığa son vermeyi düşündüğüne göre, o kadar da kötü bir insan olmasa gerek, ne dersin? Benden sıkılacağını düşünüyorsun. Beni başından atabilir. Olsun, zaten hep öyle yapmadılar mı? Hepsi terk etmediler mi polis olduğumu öğrenince? En azından bu kez, karşımdaki erkeğin polis olmamı sorun etmesi için geçerli bir nedeni var...



Hem zaten artık polis değilim. İstifa ettim. Bir zamanlar bana sorduğun soruyu artık cevaplayabilirim: Gerçekten sevebileceğim birisini bulursam, polisliği bırakırım. Bu beni ne kadar üzdü tahmin edersin. Ama bir yandan da, artık erkek arkadaşlarıma gizli polislik oynamayacağıma seviniyorum.



Bizimkilere ne söyleyeceğine sen karar ver. İster doğruyu anlat, ister zor durumda kaldığında uydurduğun senaryolardan birini uydur. Bilirim bu işi benden iyi yaparsın....



Müstakbel kocamla ilgili dosyayı ne yapacağına da sen karar ver. Şunu söyleyeyim; arkadaşlarıyla ayrıldı, grup dağıldı, hepsi kendi yollarına gitti.



Karına selam söyle. Yeni ortağına da... Tavsiyem, bundan sonra bir kadın polisle birlikte çalışma. Onlara güven olmaz, benim gibi bırakıp giderler.



Ama sen dememiş miydin, “kadının yeri kocasının yanıdır” diye...”



Mektubun sonu, hikayemin de sonu. Yani en azından size anlatacağım kadarının. Tek bir şey daha söylemek istiyorum: Artık silah taşımıyorum. Neden mi? Bilmem... belki de kendimi onun yanında çok güvende hissettiğim içindir.


AÇIKLAYABİLİRİM







O gün, dalgın dalgın uzaklarda göz gezdirirken, gözleri gezinti rotamın ara istasyonunda bulunuyormuş, fark etmemiştim. Ona baktığımı, daha da ötesi onu süzdüğümü, artık biraz abartarak da olsa, ondan etkilendiğimi sezmiş. Biraz sonra tanıştığımızda, deminki bakışlarımın herhangi bir nesneye yönelik olmadığını, ona rastlamasının sadece bir rastlantıdan ileriye gidemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Tabii bunları anlatırkenki tutumumun onu dikizlerken suç üstünde yakalanmışlığımdan kurtulma çabasıymış gibi bir yanlış tahmin batağına saplanarak başarısız kalacağını da düşünmedim değil. Bu ikinci düşüncemi de hiç çekinmeden ona söylediğimde, şu üçüncüyü de eklemem şart olmuştu: “Doğallıktan uzak bir insan değilimdir, eğer beğendiysem duygularımı saklamam.” Yanlış tahminine ve bu tahmin üzerinde yükselttiği baştaki yargısına bağlı kalmaya devam ediyorsa eğer, bu üçüncü açıklamamın da ikinci açıklamamı haklı çıkartmak için yapıldığını düşüneceğini üzülerek tahmin ettiğimi de açıkça belirttim.



İlişkimizin sonraki dönemlerinde, tabii ki birçok başka konudan konuştuk, birçok başka olayla karşılaştık, ama duygularını belli etmeyen bir insanmışım gibi anlaşılmış olma durumlarımı, her defasında -tıpkı ilki gibi- ona gösterme gereğini sık sık duydum. Açıkçası onun bu konudaki tepkisi tamamen tepkisizlikti: Beni, ilk günden beri çok sevdiğim ve zamanla içindeki dozu çok iyi ayarlanmış sinsiliği fark ettikten sonra kelimenin tam anlamıyla âşık olduğum gülümsemesiyle cevaplandırmış, açıkçası cevapsız bırakmıştı. Çoğu kez benim kanıtlar üstüne kanıtlar koyarak ona anlatmaya çalıştığım yanlış anlaşılma korkumu yanlış anlamasından korkmamın, ona alay edilecek bir şeymiş gibi gelmesinden korkmuşumdur. Her defasında ona daha iyi açıklamalar sunma çabalarımın, “Yarası olan gocunur...” tarzı umursamaz bir yoruma kurban gittiği endişesini aralıksız taşıdım. Birbirimizi çok daha iyi tanımaya başladığımız günlerin, ayların sonunda bile, ilk günkü o belirsizlikten doğan ve giderek gelişen endişemi derinden hissetmeme engel olamadım. Onun ne düşündüğünü tam olarak bilemememden doğan bu belirsizliği her defasında kendi yararıma yorup bana kalpten inandığını umarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. Ama yine de, artık yıllar öncesinin bir anısı olarak kalmış o olayın, ilk tanıştığımız günkü göz gezdirmelerimin ona rastlamış olmasının, aslında hiç de plansız olmadığını açıkladığım şu son birkaç günkü kadar kendimi rahat hissetmiş değildim.







(Mayıs Haziran 1999 Adam Öykü)


OTOPARK





Ayakta duruyor. Henüz kendine oturacak bir yer yapmamış. İnşallah da yapmaz. Hep göçebe olarak kalır, hiç yerleşmez. Çünkü yerleşirse, kalır. Hiç kimse kaldıramaz. Sadece yerleştiği yerle de yetinmez, yayılır, başımızın üstüne çıkar, huzur vermez...



Hayır, hayır, o yapmaz... O, otopark magandası olamaz... O bir zavallı... Baksana şuna, her halinden belli. Hiç değişmemiş çocukluğundan beri. Hâlâ müdürün kapısında cezasını bekleyen bir öğrenci gibi. Ve eminim ki, o zaman da suçsuzdu, başkalarına kanmış, alet olmuştu. Ya da zeki ama haylaz çocuklara özenmişti. Şimdi olduğu gibi.



Meydanın ortasında belirsiz bir yöne doğru üç adım atıyor, gözleri yerde; sonra duruyor ve geri dönüp çevreye bakınıyor. Birkaç adım daha atıyor ters yöne doğru. Aniden yan dönüyor ve bu kez başka bir yöne doğru daha hızlı adımlarla yürümeye başlıyor. Hep kararsız adımlar... Aklından neler geçiyor? Ne düşünüyor?



Aniden kulağına gelen bir motor sesiyle irkiliyor, yola doğru bakıyor. Yokuştan inen otomobili görünce heyecanlanıyor; hem sevinç, hem korku bu. Daha çok korku ama... “Ya buraya geliyorsa... Hayır hayır buraya gelmeli, ben niye duruyorum o zaman burada, boşuna mı... Gelmeli... Park etmeli ve bana bedelini ödemeli... Hayır gelmiyor, diğer tarafa saptı. Kahretsin...! Ohh...!”



Aynı hareketleri tekrarlamaya başladı. Sanırsınız ki yeni bir dans çeşidi bu. Tango ve Vals karışımı. Biraz da mehter marşı..! Ama dansçı da bilmiyor nasıl bir dans olduğunu. O an keşfediyor. Kararsız adımlarla yapıyor dansını o yüzden. Üç ileri... dur... sola dön... bir geri... diğer taraf... dört ileri... Yoksa öyle değil mi... Nasıl peki?..



Bir otomobil girdi aniden meydandan içeri. Hazırlıksız yakalandı. Ne yapacağını bilemedi bir süre. Sonra refleks olarak kolunu kaldırdı, kolunun öyle havada asılı kaldığını fark edince onu sağ tarafa doğru yönlendirdi. Henüz fazla dolu olmayan park yerindeki ağustos güneşinden saklanabilmiş gölge bir ağaç altını göstermiş oldu böylece şoföre.



Otomobil gösterilen yere doğru gitti ve güzelce park etti. Orta yaşlı bir adam çıktı içinden. Bizimki stres dansına başladı. Acaba yanına gitse mi, olduğu yerde mi beklese? Yanına giderse çok mu belli edecek park ücreti istediğini? Ama yerinde durmak da olmaz ki. Gitmeli tabii, hatta adamla biraz konuşmalı belki.



-İyi günler efendim, hoş geldiniz. Ne kadar kalacaksınız? Akşama kadar mı? Peki. Otomobiliniz güvenli ellerde, hiç merak etmeyin.



“Yok yok böyle muhatap olmayacaksın bunlarla. Seni hiçbir zaman önemsemezlerki. Önce davranıp sen önemsemeyeceksin. Onlar hissedecek o itilmişliği. Tabii, bak iyiki gitmemişim. O geliyor. Daha dik durayım. Ayağıma kadar getiriyorum ne de olsa.”



-İyi günler, ben iyiyim, siz nasılsınız. Teşekkürler efendim.



“Ama ama...! Adam ne kadar dost davrandı, hatırımı bile sordu. Tam yüz bin verdi hem de.”



“Hiç merak etmeyin efendim, otomobiliniz evinizin garajındaymış gibi güvencede...” diye seslendi arkasından.



Rahatladı. Adımları bile değişti. Daha kararlı şimdi. Elini önünde kavuşturmaktan vazgeçti. Arkada, kalçalarının üzerinde birleştirdi. Vücudu da dikleşti. Kurtardı deminki adam onu müdürün kapısında beklemekten, mezun etti öğrencilikten. Çiftlik ağası gibi hissetti kendini. Çiftliği işte burası, bu otopark, 200 metre kare... Şuraya bir sandalye mi getirmek lazım ne. Bir de şemsiye. Bu yaz sıcağında çalışmak kolay mı? Koskoca bir otopark görevlisine yakışmıyor böyle güneşin altında, ayakta beklemek... “Otopark Görevlisi” yazılı kırmızı bir bant bağlasa koluna, belki bir de şapka, şöyle gözüne kadar indirir, başını kaldırıp insanlara yukarıdan bakabilir.



“Bir otomobil daha geliyor. Eveeet... bunu nereye yerleştirmeli? Aman bunu nereye yerleştirirsek yerleştirelim fark etmez. Zaten külüstürün teki. Geç bakayım sen şöyle çöp tenekelerinin yanına, güneşin altına... A-ah..! Herif hiç umursamadı beni, kafasına göre girdi bir gölgeye. Gençten bir çocuk, eminim babasının evinde de böyle asilikler yapıyordur. Gideyim şunun yanına bir...”



-İyi günler. Ne kadar kalacaksın?

-Neden sordunuz?

-Neden mi? Ben bu otoparkın görevlisiyim.

-Kim görevlendirdi sizi?

- Şey... Ben bu otoparkın görevlisiyim...



Yürüdü gitti genç çocuk. Şaşkın, anlamaz bakakaldı arkasından bizimki. Omuzları düşmüş, yine kamburlaşmış ve başlamıştı stres dansına. Sonra yoruldu ve gölgeye gitti. Alaturka tuvalette otururmuş gibi oturdu ağacın altına. Devrim olmuş, kral indirilmişti tahtından. Kim vermiştiki ona otopark görevlisi payesini! Ne haddineydi!.. Kimdiki o!.. Çulsuzun teki değil miydi. Çulsuz ve beceriksiz...



Kendi başına hiçbir şey yapamazdı. Bütün hayatı boyunca hep birisinin emrinde çalışmıştı. Bu yaşından sonra kendi başına bir iş kurmaya çalışmış, birçok işi denemiş ama hiçbirini becerememişti. Sonra şehrin değişik köşelerini, hatta merkezlerini tutmuş otoparkçıları görmüştü. İyi işti, ama arkan sağlam olacak, çirkefe, çamura bulaşacaktın sürdürebilmek için. Ya da kaçak çalışacaktın. Gözüne kestirdiğin bir gece klubünün çevresindeki boşluğa -ama onlar çoğunlukla kapılmıştı- ya da şu an kendi bulduğu türden bir yere, iş yerlerinin yakınındaki boşluk bir araziye atacaktın kapağı. Ama kendi yapacağı iş miydi bu? İnsanlardan bir şeyler istemek her zaman zor gelmişti ona. Hele para istemek... Ama hiç de hakkı olmadığı halde bu otoparka otomobillerini park edenlerden para alıyordu işte, düpedüz dilenmekti bu. Ne katkısı olmuşki bu otoparka!.. Haraç değil de neydi aldığı!..



Daha önceleri birisinin emrinde çalışırken avans istemek, hatta ay sonu hakettiği parayı gidip almak bile zor gelirdi ona. Geçen gün otoparkta bir olay olmuştu, yerin dibine geçmişti: Çalıştığı yeri söylediği bir arkadaşı arsaya ziyaretine gelmişti bir öğle vakti. Onunla konuşurken ne kadar mutluydu. Arkadaşı koca otoparkın ortasında, bu kadar otomobile bekçilik yapan bu otopark görevlisine gıpta etmişti, çünkü kendisi işsiz sayılırdı. Orada burada geçici işler bulup biraz para kazanıyordu. Ama genelde aç gezerdi. Kendisi öyle mi ama; koskoca bir otopark görevlisiydi artık. Gerçi bu işi 15 gündür yapıyordu, henüz parasızlıktan kurtulamamıştı. Para kendisi için o kadar önemli değildi, kendi işinin sahibi olması, bu imaj yeterdi ama evdeki aç boğazlar imajla karın doyurabilirler miydi... Neyse canım, işe biraz alışsındı, sonra para kazanmaya da başlardı.



Ne diyorduk... Arkadaşıyla laflarken bir otomobilin park ettiği yerden çıkıp, onlara doğru gelmekte olduğunu fark etti. Tanıdı şoförü, her defasında para verirdi. Ama şu durumda, arkadaşının yanında, ondan para alamazdı. Arkadaşını kolundan çekiştirdi, sanki otomobildekini fark etmemiş gibi, arabanın sağ tarafına geçecek şekilde yürüdüler. Otomobil yanlarında durdu ve sağ cam -otomatikti- açıldı. Tanrım ne kadar yapışkandı bu adam. Bu kez para vermesen ne olur sanki. Aklın mı kalır... Bu ne kadar küçültücü, alçaltıcı bir şey. Arkadaşına rezil edecekti onu... Camdan içeri adama baktı, istifini hiç bozmadan “İyi günler beyefendi...” dedi ve yürümeye devam ettiler.



Henüz onlar uzaklaşmadan şoför otomobilden çıktı, arkalarından seslenerek ve koşuşturarak yanlarına geldi. Bir şey demesine fırsat vermeden gömleğinin cebine ikiye katladığı kağıt parayı koydu. “Bunu unuttun...”



O geri, otomobiline dönerken ne yapacağını bilmez bir tavırla arkadaşına baktı. Onun gözlerindeki şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışları o anki ruh halinin yönlendirmesiyle yanlış yorumladı. İki şaşkın göz konuştu, ikisi de yanlış anladı birbirini:



-Ne adam be... koskoca beyefendiyi peşinden koşturdu. Bu bakışlar bende olsa...

-Rezil oldum. Okul çocuğuna şeker verir gibi koydu cebime parayı. Nasıl küçümser gözlerle bakıyor. Rezil oldum..!

-Kim bilir ne kadar kazanıyordur ki parayı almayı unuttu, önemsemedi...

-Senin parana mı kaldık be adam. Açlıktan ölseydim de arkadaşımın önünde böyle yerin dibine geçmeseydim.

-Şu dik duruşa, üstten üstten bakışlara bak be... Anlı şanlı, havalı bir otopark bekçisi.



Arkadaşı bir süre sonra gitti. Yavaş yavaş da olsa kendine gelebildi. Para kazanabileceği başka bir iş bulsaydı, şurada bir dakika durmazdı ama ne çare evdekiler yiyecek bir şeyler beklerdi.



Bu devrin adamı değildi o. Devrin adamları belliydi. Hepsi de gözü kara insanlardı. Şehrin bütün otopark olmaya uygun açık alanlarını tutmuşlardı. Para vermeyen olursa duruma göre zor bile kullanabilirlerdi. Hakları olarak görüyorlardı çünkü bu zengin insanlardan para almayı. Kendisi ise bu düşünceye bir türlü hoş bakamıyordu. Bu devrin adamı değildi işte...



Bir ay kadar geçti...



Bizimki hâlâ aynı otoparkta idi. Otopark görevlisi olarak değil ama... O işin kendisine göre olmadığını anlamıştı. Ayrıca bir patronun altında çalışmanın da kendine göre olmadığı açıktı. Çok becerikli biri de sayılmazdı. Bu gerçekçi düşünceleri hayatında ilk defa gösterdiği bir beceriyle birleştirdi ve bir karara vardı. Kendisini ziyarete gelen o arkadaşını, onun ısrarlı istekleri sonucunda yanına aldı. Adam işsiz olduğundan ona yamanmak, birkaç kuruş da kendisi sebeplenmek istemişti. Herif becerikliydi, para istemesini, almasını biliyordu. Yırtıktı, pişmişti, hınçlıydı... Bu iş için biçilmiş kaftandı, otopark görevlisi olmak için doğmuştu sanki. Biraz kibarlığa ihtiyacı vardı, çünkü para vermeyenlere kaba davranabiliyordu, ama o da zamanla olurdu. Oysa kendisine karşı çok saygılıydı. Aldığı paraları hemen getirip veriyordu. O da hafta sonları bir miktar haftalık veriyordu ona. Mesai saatleri gölge altına kurduğu bürosunda oturuyordu genelde: Bir sandalye ve bir masa. Bir de tüp gaz vardı. Çay yapıyordu onda...



Artık devrin adamları gibi gözünü karartmanın zamanı gelmişti. O zaman şehrin gece klüplerinden birisini daha yakından görebilecekti. Doğrusu bu onun gibi koskoca bir Otopark Müdürü’nün hakkıydı.





Gençlik Kitabevi Öykü Ödülü ‘97 Mansiyon

GÜNLÜK KAYGILAR







BİR GÜN...

Uzun süreden beri patronun beni işten çıkarmak istediğinden şüpheleniyordum. Nedeni gayet açıktı. Bundan önceki iki kriz döneminde birçok çalışana bunu yaptığı halde benim kılıma bile dokunmamıştı. Gerçi çok iyi anlaşıyoruz, ben de işimde çok iyiyim ama bu patronlar paradan başka kimseyi dost kabul etmezler kendilerine. Ben de bu yüzden bir patronu dost kabul etmem. Şüphelendiğim şey de zaten bugün başıma geldi. Patron beni yanına çağırdı ve dedi ki:



“Büro çok kalabalıklaştı. Sen de farkındasındır, artık bize dar geliyor. Bu konuda bir şeyler yapmayı düşünüyorum.”



Hemen anladım niyetini. Bir bozuldum, bir bozuldum... Üstüne bir de o lafı etti: “Senin çevren geniştir, başka bir yer bulabilirsin sanırım...”



İşte açık açık söylemişti artık. Bir an ne diyeceğimi bilemedim, yüzüm kızarmış olmalı. “Bu şirkete bu kadar emek verdim, nasıl başka bir yer bulmamı söylersiniz! Beni nasıl kovarsınız!..“ dedim ve kapıyı sertçe çarpıp çıktım odasından.



Hemen birkaç arkadaşımı aradım ve patronumun bana açıkça “Artık başka bir yer ara kendine, burada işin bitti, kovuldun...” dediğini söyledim. Bana yardım edip edemeyeceklerini sordum. İlgileneceklerini söylediler. Benim gibi biri nasılsa başka bir iş bulurmuş...



BİR GÜN SONRA...

Benim gibi biri nasıl başka bir iş bulur? Bugün iş ilanlarına baktım. Pek iç açıcı bir şey yok. Daha doğrusu benim gibi birisi için bir şeyler yok. Ne kadar aşağılayıcı bir şey eleman ilanlarına bakmak. Aradıkları insana uyup uymadığını düşünmek. Bir de utanmadan “Beraber çalışmak üzere...” gibi laflar kullanırlar. Beraber çalışmak da şöyledir: Siz iş için çalışırsınız, onlar da sizin çalışıp çalışmadığınızı görmek için... Hele küçük iş yerlerinde bu kadar kibarlığa bile gerek yoktur, doğrudan “Çalıştırılmak üzere...” alınırsınız. Kendimi hep köle pazarında gibi hissetmişimdir.



Ya görüşmeye çağırdıklarında... O da ayrı bir sorun. Senin görevlerini ve işin gerekliliklerini anlata anlata bitiremezler ama bunun karşılığında sana sunacaklarını söyledikleri şeylerin özeti, yalnızca maaş ve belki de primdir. Tecrübenizin, becerinizin ve çalışma saatlerinizin artarak devam etmesini yılın her günü isterler, oysa onlar maaşınızı yılda bir arttırırlar. Hiçbir zaman hakkınız olanı vermezler yani. Huzur vereceğinizi garantileyin, yarı maaşa geleyim...



Arkadaşlarımdan da telefon gelmedi, biliyordum zaten. Hepsi yalancı. Bana yardım edeceklerine işimden kovulduğum için seviniyorlardır mutlaka. Beni rakipleri gibi gördüklerine eminim. Daha iyi bir yer bulayım da, daha iyi maaş veren bir yer, gösteririm hepsine. Patrona da gösteririm. Bir de sabah utanmadan yanıma gelmiş ve sözünü yanlış anladığımdan bahsediyor. Güya o, büronun bu kalabalığını, iş yoğunluğunu kaldıracak yeni bir yere taşınması gerektiğini düşünüyormuş. Bana “Bir yer bulabilir misin?” derken, taşınmayı düşündüğü yeni bir büroyu kastetmiş. Benim gibi titiz ve çalışkan bir insanı neden kovsunmuş ki. Hem yeni büroda bana ayrı bir oda verme düşüncesi bile varmış...



Beyefendi külahıma anlatsın, bu yalanlarla beni kandıramaz, burada artık bir hafta daha duramam. Yoo olur mu... Ay sonuna kadar beni kovamaz. Ay sonunda tam maaş alır, öyle çıkarım. Hem bir iş de bulmuş olurum o zamana kadar. İyi fikir günlüğüm. Sağol. Sen olmasan... Hepsine göstereceğim... Beraber göstereceğiz...



Bu akşam çok yorgundum, yeni aldığım cinayet romanını okuyamadım. Artık yarın akşama...



BİR GÜN SONRA...

Akşam eve dönerken yolda rastladığım arkadaşım moralimi bozdu. Yeni bir iş aradığımı söyledim, endişelerimi aktardım. “Sen iş bulamayacaksın da kim bulacak...” dedi. “Kim iş bulmuş da sen bulacaksın...” der gibi bakıyordu ama. Sektörü iyi tanır, acaba iş bulmak için bir eksiğim mi var? Ne olabilir ki? Acaba akşamları yardımcı bazı kurslara gitmeli miydim? Eğitimimde eksik bir yön var belki de... Amaan canım, o pis bir nifak tohumu... Kendimle benim aramızı açmak istiyor. Bir an kendimden bile şüphelendim... Oysa ben her şeyden şüphelenirim, kendimden şüphelenmem.



Bunları kafamdan atayım, başka şeyler düşünüp biraz rahatlayayım. Neyse ki yazıyorum da biraz akıtabiliyorum içimi. Günlüğüm, seni tutmaya ara vermiştim uzun süredir. Tekrar başlamam iyi oldu. Yazmadığım zamanlarda hayatımda ne büyük bir eksiklik olduğunu fark ettim. Gün gün yaşadığım olayların yorumunu, bana söylenen bir sözün gerçek anlamını, hareketlerin arkasındaki imaları, günün o hızlı temposu içerisinde anlamam, kavramam zor oluyor bazen. Ama eve gelip sana yazarken hepsini daha ayrıntılı düşünüyor ve gizli anlamları bulabiliyorum. Bu yüzden benim yalnızca günlüğüm değil, en iyi arkadaşımsın ve seni çok seviyorum. Bundan sonra sana yazmayı hiç bırakmayacağım.



Bu cinayet romanlarını okumayı da tabii... Bu akşam okumaya başladığım çok ilginç. Katil kim acaba? Ben, beyin sekreterinden ve evin hanımından şüpheleniyorum. Bir de o genç üniversiteli kız var tabii. Gözlerim uykusuzluktan kapanmasa sonuna kadar gelirdim aslında... Neyse yarın akşama.



BİR GÜN SONRA...

Akşam eve gelip kitabı heyecanla okumaya başladığımda bil bakalım ne aptallık yaptım: Boş bulunup, durmam gereken yeri geçtim, sonunu da okudum, bitirdim romanı. Katil uşakmış. At gitsin şimdi bu kitabı... Oysa ki üniversite çağlarından beri okuduğum ne çok cinayet romanı var, hiçbirini bitirmedim. Hepsini ara sıra açar tekrar tekrar okur, göz atarım. Katilin bulunması işin zevkini kaçırıyor. En iyisi şüphelenmek... Herkesten ve her şeyden... Hiç bitmemecesine hem de. Herhalde hiç iyi bir dedektif olamazdım ben...



Bugün başka ne oldu..? Askerdeki sevgilimden mektup aldım. Aynen şöyle diyor mektubun bir bölümünde: “Kendimi değişmiş hissediyorum. Askerde yaptığımız bunca gereksiz iş, boşa harcadığımız bunca zaman gözümü açtı. Sivildeyken de, dönünce tekrar başlamayı düşündüğüm eski işim de dahil, bir sürü gereksiz iş yapıyor, zamanımı gereksiz insanlarla, gereksiz yerlerde yine boşa harcıyordum. O yüzden karar verdim, askerlik bitince hayatımdaki bir çok fazlalığı atacağım. Daha akıllı yaşayacağım... “



Önce “Aferin ya..!” dedim, doğruymuş, askerlik insanı olgunlaştırıyor, akıllandırıyormuş. Ama sonra esas demek istediğini anladım. Gayet açık aslında... Onun derdi benimle. Beyefendimiz beni terk etmek istediğini söylemeye çalışıyor da söyleyemiyor. Sen kim oluyorsun da beni terk ediyorsun... Esas ben seni terk ediyorum. Beni “Gereksiz” buluyorsun ha... Benimle “boşa zaman geçiriyordun” ha... Bu mektuptan sonra gelecek ikinci ya da üçüncü mektupta benden ayrılmak istediğinden bahsedeceğine de eminim. Neyse ki durumun hemen farkına vardım. Ona öyle bir mektup yazacağım ki benim kim olduğumu anlayacak. Ondan nefret ediyorum...



Ah günlüğüm... Biliyorum beni terk etmeyecek, bana yalanları değil, gerçekleri dosdoğru söyleyecek bir tek sen varsın...



BİR GÜN SONRA...

Bugün bir iş görüşmesine gittim. Ne yazık ki bir bayandı görüştüğüm ve söylediğine göre orada işe başlarsam amirim de o olacakmış. Bunu bilmiyordum giderken. Bilseydim o kadar çekici giyinmezdim. Zaten o da fark etti ondan güzel olduğumu. Devamlı beni süzdü yukarıdan aşağı. Mutlaka kıskanmıştır. Suratıma “Senin gibi bir dişi şeytanı yanıma alacak kadar enayi miyim ben, burada ikimizden biri fazla...” der gibi baktı. Böyle hırslı, şirret kadınlar çevrede kendilerinden daha çekici başka bir kadının olmasını istemezler. Hiç umudum yok bu yüzden. Aptal kadın. Benim gibisini zor bulur. Zaten söylediği o laflardan sonra benimle çalışmak istese, özür dilese bile, ben onunla çalışmam artık.



Patron bugün neden bir tatile çıkmadığımı sordu, çok yorulmuşum güya. Merak etmemesini, bir süre sonra benden tümüyle kurtulacağını söyledim. Aksi gibi iş aramalarım da hâlâ sonuçsuz, moralim bozuluyor.



Neyse ben romanımı okuyayım...

.....

Tanrım mükemmel bir roman. Gece yarısına kadar okudum. Sonunu okusaydım kendimi öldürürdüm. Çok farklı bir cinayet olayı, çünkü dedektifin kendisi de şüphelilerden birisi. O bile şaşırıyor kanıtların kendi üzerinde toplanmasına, artık kimseden şüphelenmeyi düşünemiyor bile ama hayatında hiç olmadığı kadar kendinden şüpheleniyor. Şüphe bir kurt gibi kemiriyor içini. Ne müthiş bir konu değil mi... Tam istediğim gibi. İnanır mısın, ter içinde kaldım. Müthiş rahatlamış hissediyorum kendimi, şimdi mışıl mışıl uyurum.



BİR GÜN SONRA...

Patronum yeni birisini almış işe. Benimle tanıştırdı. Yardımcım olacağını, böylece üzerimdeki iş yükünün hafifleyeceğini düşündüğünü söyledi. Biraz rahatlarmışım. Ne pişkin herif şu bizim patron, hâlâ beni kovduğunun farkında değilmiş gibi davranıyor. Ve biraz düşününce de buldum, sağ ol günlüğüm, arkamdan kuyumu kazıyorlarmış da haberim yok. Bakar mısın, daha ben gitmeden yerime geçecek kişiyi buldu: O genç çocuk... Sempatik bir şey ama ona işi öğretmek için parmağımı bile kıpırdatmam. Nasılsa aybaşı ayrılıyorum. Bir de iş bulabilsem...



Bu arada bir yerle daha görüştüm. Beni çok beğendiklerini, benimle çalışmak istediklerini söylediler. Şu anki işimle ilgili sorunun ne olduğunu sordular. Sorun olmadığını, iki tarafın da birbirinden çok memnun olduğunu ama benim kendimi geliştirecek ve daha çok sorumluluk yüklenmeme olanak tanıyacak yeni bir işe ve çevreye ihtiyacım olduğunu söyledim. “Anlıyoruz” dediler.



Kovulduğumu, kapı dışarı edildiğimi mi anladılar acaba? Yok canım anlamış olamazlar. Patronumu arayıp sorarlar belki de. Belki de ben daha onlarla görüşmeden sormuş, soruşturmuşlardır. Tabii öyle olmalı. Şimdi her şeyi anlıyorum. Benimle dalga geçtikleri her hallerinden belliydi zaten. Devamlı gülüyorlardı suratıma. Önce beni sempatik buldukları için güldüklerini sanmıştım ama değilmiş demekki... Terbiyesiz herifler... Duygularımla oynadı ahlaksızlar... Ah sevgili günlüğüm, bak sen olmasan nasıl da kanacaktım o insanlara... Ararlarsa bir daha, göstereceğim onlara da günlerini. Şu hayat ne kadar kötü, insanlar ne kadar zalim... Tanrım..! Biz böyle acılar içinde kıvranırken sen neredesin..? Yoksa yok musun..? Baksana, bizi kendinden bile şüpheye düşürüyorsun... Tövbe tövbe...



Sen ne dersin günlüğüm...



BİR GÜN SONRA...

Bugün daha önce başvurduğum iki yerden telefon ettiler ve beni son bir kez görmek istediklerini söylediler. Bir dakika... “Son bir kez” ne demek? Bir daha görmeyecekler mi yani? Ama o zaman neden çağırsınlar? Aman canım ben de!!! Büyük olasılıkla iş teklifi yapacaklar. Çok iyi oldu bu, aybaşı yaklaşıyor.



Bu arada patronumun güya yardımcım diye yanıma verdiği genç çocuk benden hoşlanıyor sanırım. Masasının üzerinde bir şiir bulmuştum geçen gün. Şöyle bir göz atıp bıraktım yerine ama çok güzel bir şiir olduğundan aklımda kaldı birkaç dizesi. Dizeler o güzel ritmleriyle aklıma bir şarkı sözü gibi takıldığından, içimden tekrar tekrar söylemeye başlamıştım ki, bir anda buldum: Bu şiir beni anlatıyordu.



O “Beyaz gül yanakların, sarı gül dağınık saçlarındır...” dediği kadının benden başkası olması mümkün değildi. “Gül” diyerek aynı zamanda, yerime geçeceği için ona kızgın olmadığımı belli etmemi, ona cesaret vermek için gülümsememi istiyordu. Her ne kadar o, patronun isteğiyle, benim ay başında boşalacak yerimi almak üzere geldiyse de bu şirkete, bana âşık olmaktan alıkoyamamıştı kendini işte, ne yapsın...



“Ömrüm, gittikçe silinen bir kopyandı senin...” diyen bu çaresiz âşık, umursamaz tavırlarımla onu içine düşürdüğüm durumdan bahsediyordu. Bana âşık olmasa gözlerini kapayıp görevini yerine getirebilecekken, gözlerini her kapadığında hayalimle uyanıyordu. Geceleri uyku tutmuyordu, zaten geceleri anlamıştı bana âşık olduğunu. “Hep karanlık sevdim seni...” derken hem bunu hem de geleceğimizdeki karaltıyı simgelemeye çalışıyordu. Tam bir yıldırım aşkıydı. Benden hoşlanıyor, pişmanlığını dile getirmeye çalışıyor ama bana açılamıyordu. Zaten o yüzden yazdı bu şiiri. Gözlerine ilk baktığımda anlamıştım zaten onun sanatçı bir kişiliği olduğunu... Bu çok hoşuma gitti. Ne kadar romantik. Sanırım ben de ondan hoşlanabilirim... Nasılsa askerdeki sevgilimden ayrıldım. Ona bir mektup gönderdim, her şeyin bittiğini anlattım.

...

Bu cinayet romanı yazarları bu kadar güzel kurguları nasıl tasarlayabiliyorlar? Sanki olayın içindeymişler, sanki gerçekten o cinayetleri yaşamışlar gibi. Şüpheleniyorum doğrusu.



BİR GÜN SONRA...

İki yıl önce tuttuğum günlüğümü okudum. Günlük tutmak güzel bir şey. Yazarken o kadar önem vermiyorsunuz ama belli bir süre geçip de, kendi hayatınıza biraz uzaktan bakınca işin ilginçliğini anlıyorsunuz. Sanki siz başka biriymişiniz gibi. “Bunları ben mi yaşamışım?” diyorsunuz, günahları ve sevaplarıyla... Çok şaşırtıcı bir duygu bu. Ama bazen endişelenmiyor değilim, acaba insanlardan kaçmak için bir bahene mi bu? Hayatta en çok korktuğum şey yalnız kalmak. Hiçbir arayanım, benim arayacağım tek bir kişinin bile olmaması... Bazen bu günlüğe kendimi fazla kaptırdığımı düşünüyorum çünkü. Sanki bir şeylerden kaçıp, gelip bu günlüğe yazıyor ve bunun beni sorunlardan kurtarmasını bekliyorum... Yok canım... Ben de her şeyden şüphelenmeye başladım. Olacak şey değil, günlüğümden de şüphelenirsem, güvenecek kimim kalır ki...



Senden özür dilerim günlüğüm.



BİR GÜN SONRA...

Askerdeki eski sevgilim aradı. Önce çok heyecanlandım. Doğrusu beraberliğimiz süresince beni her açıdan memnun etmedi değil. Bir an sesini duyunca o eski güzel günleri hatırladım. (Ve tabii geceleri... O aşk dolu geceleri sana yazdığımı hatırlıyorum, şu sayfayı bitirdikten sonra açıp okuyayım.) İçim bir hoş oldu. Ama sonra kendimi toparladım. Beni terk eden bir erkeğin ayaklarına kapanamazdım ya...



Uzun uzun anlattı. Önce onu terk etmeme çok şaşırdığını, buna bir anlam veremediğini ama daha sonra düşününce her şeyi anladığını söyledi. Askerden dönmesini birkaç ay daha bekleyemediğim için bana teşekkür ederken, yeni bulduğum sevgilimle bana mutluluklar diledi. Ona bir aptal olduğunu söyleyip kapadım telefonu suratına. Nereden uyduruyor bunları anlamadım. Öyle yeni sevgili falan... Paranoyakça şeyler bunlar. Tabii canım, belli, kendi suçunu bana yüklemeye çalışıyor. Beni asıl terk eden sen değil misin aptal... Vicdan azabından kurtulacak aklınca. Aman aman... ondan ayrıldığım iyi oldu.



Zaten benim yeni bir sevenim var artık. Sana bahsetmiştim, iş yerindeki o yakışıklı çocuk, yardımcım. Bana belli etmemeye çalışıyor ama o şiir her şeyi açıkça anlatıyordu. Ona gayet candan davranıyorum ama benimleyken neden o kadar ciddi olduğunu bir türlü anlayamıyorum, sadece iş konuşuyor, hiç esas konuya girmiyor. Yoksa üzerine düşmemden, fazlaca ilgilenmemden mi hoşlanmadı? Evet evet öyle olmalı. Biraz ağırdan satayım canım ben de kendimi. Öyle güzel aşk şiirleri yazıyorsa, gizemlilik hoşuna gidiyordur, belki de platoniktir. Çok iyi bir âşık olduğu her halinden belli. Onunla iyi bir çift olacağız ama ay başına da epey az kaldı... Elini çabuk tut sevgilim, beni istiyorsun ve işte buradayım. Gel de al işte artık beni...



Hiç merak etme günlüğüm, bir haftaya kadar bana içini açacak. Bak bir hafta sonrasının sayfasını açıyorum ve ne yazıyorum: “Uzun süredir peşimden koşan çocuk sonunda bana açıldı. Artık bana delice âşık bir sevgilim var ve benimle evlenmek istiyor. Ama ben biraz daha beklemekten yanayım... Biraz nazlanayım, değil mi...”



BİR GÜN SONRA...

Sonunda yaptım... Bu düşüncemden sana bahsetmemiştim, kusura bakma. Bugün gittim ve ona benden hoşlandığını bildiğimi söyledim. Çok utangaç, biraz sinirlendi. “Nereden çıkarıyorsunuz bunu?” dedi. Yazdığı aşk şiirini masasının üzerinde bulduğumu, bunun hemen benim için yazıldığını anladığımı, zaten ilk tanıştığımızda da bakışlarını üzerimden ayıramadığını fark ettiğimi, laf aramızda bugüne kadar epeyce hayranım olduğundan bu konularda biraz tecrübeli sayılabileceğimi söyledim. Tabii beni ahlaksız bir kadın sanmasın diye çok az ilişkim olduğunu çünkü çok seçici davrandığımı da ekledim. Suratıma o kadar aptal aptal ama bir o kadar da tatlı baktı ki yanağından bir makas almadan duramadım. Sence fazla ileri gitmiş miyim? N’apayım aylardır bir erkeğim olmadı. Çekici bir kadınım ve ay başı da yaklaşıyor... Yani aybaşında işten ayrılacağım ya, onu demek istiyorum... Onu öylece bırakıp odama geldim. Akşama kadar bekledim ama bir ses çıkmadı. Böyle utangaç erkekleri bilirim, kendilerini göstermekten hep çekinirler. Ama yarın sabah masamın üzerini çiçeklerle donatılmış bulacağıma eminim. Tabii tutkulu bir de not. Ah çok heyecanlanıyorum...



BİR GÜN SONRA...

Bu erkeklere hayatta güvenilmez sevgili günlük. Her şey bitti. Sen o kadar kur yap, şiir yaz, peşimden koş, sonra hepsini inkar et. Üstelik evliymiş biliyor musun? Ben onunla konuştuktan sonra tam anlamıyla kriz geçirmiş. Tabii yalandan. Sonra patronuma anlatmış durumu. Patron da bu sabah benimle konuştu. Tam anlamıyla rezil oldum. Tüm bunların bir yanlış anlama olamayacağını, o serserinin işi odama çiçek yollamaya kadar götürdüğünü söyledim. “Hatta kendi el yazısıyla yazdığı o tutkulu notu bile gösterirdim size ama şu anda yanımda değil...” dedim. Doğru söyledim, yanımda yoktu. Patronum her zamanki soğukkanlılığıyla beni de sakinleştirmeye çalışarak, üzülmememi, bir süre sonra bu olayın unutulacağını söyledi. Tabii artık o herifle beraber çalışmamızın olanaksız olduğunu da ekledi.



“Kısa sürede sana yeni bir yardımcı bulacağım hiç merak etme...“ dedi.



Aybaşına dört gün var ya... İşten ayrılmama... “Kısa süre” derken onu kastediyor. Aklı sıra bana iyilik yapacak da, vicdanını rahatlatacak. Bu erkeklerin topunun boyu devrilsin..! “Bugünden gidiyorum, size artık bir dakika tahammül edemem...” deyip çıktım odasından. Bunu yapmak zorundaydım. İnsanların yüzüne nasıl bakarım orada artık. Beni fettan kadın durumuna düşürdüler. Cinselliğe böyle zaafı olan bir toplumda, bir kadını ancak bu tür yalanlarla suçlayıp, ayağını kaydırabilirler. Benim tek suçum başarılı olmak... Bir de peşimde koşan, bana türlü tekliflerde bulunan her erkeğe güvenmek... İkisi de isteklerine ulaştılar ama bu yanlarına kalmaz. Tanrı onların cezasını verir. Yeni bir iş bulabilseydim, ben de verirdim ama...



Oh sevgili günlük ne yapacağım? Yardım et, akıl ver bana...

....

Sence katil kim..? Film yıldızı mı, menejeri mi, set görevlisi mi... Film yıldızı olamaz... Yoksa olabilir mi? Hepsi katil olabilir aslında. Evet evet öyle olmalı. Hepsi katil... hepsi...



Şu romanlar hayatın ta kendisi sanki, değil mi...





BİR GÜN SONRA...

Bugün o iki iş görüşmesine gittim. İkisinin de aynı gün olması ne raslantı... Ve müjde... İkisinden de iş teklifi aldım. Sadece karar vereceğim hangisini seçeceğime. Ne dersin günlüğüm, hangisini seçeyim. Beni iyi tanırsın, içimi gerçekten açabileceğim tek insansın. Şuraya bak, “İnsan” yazdım. Seni artık bir insan gibi mi görüyorum. Evet, neden olmasın? Sen benim mektup arkadaşım gibi bir şeysin. En gizli şeyleri konuştuğumuz, birbirimize her sırrımızı verdiğimiz bir arkadaşlık bu, ne güzel değil mi? Sana öyle şeyler yazıyorum ki, düşünüyorum bazen bunları birisi okusa ne olur diye...



Heeey!... Bir an tüm vücudumu bir ürperti kapladı. Bu şüphe... içimi yeni yeni kemirmeye başladığını hissettiğim bu şüphe...



Sanki günlüğümü birileri okuyormuş gibi...



BİR GÜN SONRA...

Biliyorum artık sen okutuyorsun günlüğümü. Ve... ve... daha da kötüsü... Her zaman düşündüğüm gibi bir kadın değilsin sen, kahrolası bir erkeksin... Lanet olsun... Bütün duygularımı, ruhumun en gizemli taraflarını bir erkek okuyup dalga geçsin, katıla katıla gülsün diye açmadım ben...



BİR GÜN SONRA...

Çok beklersin. Bir daha hiçbir şey yazmayacağım sana... Sayfalarına elimi bile sürmeyeceğim artık... Aldattın beni anlıyor musun, aldattın. Senden nefret ediyorum.





(Berfin Bahar Dergisi)




BUYRUN, BURAYA KONUŞUN







İşte bu kıza âşığım...



İki haftadır her gün geliyorum bu bara. Birkaç çalışanla, birkaç müşteriyle de dost olduk. Ama onunla daha iki satır konuşabildik sadece.

“Ne içersiniz?”

“Rakı...”

Rakıyı iki üç dikişte bitiriyordum. Neden mi?

“Bir daha alır mısınız?”

“Evet, lütfen...”



Genelde müziğin daha yumuşak, insanın daha az olduğu saatlerde geliyorum. Barmaid’im arkasına yaslanıp etrafı seyrediyor. Bana kaçamak bakışlar atıyor, göz göze geldiğimizde gülümsüyor. Onu yanıma çağırıp konuşmak istiyorum ama yapamam. Bilemezsiniz, ben ne kadar utangaçım.



Sadece ilk anlarda böyleyim ama. Tanışma kısmını atlatsak, kolay ısınırız birbirimize. Ama genelde o kısmı atlatamam. Böyle çok fırsat kaçırdım. Benim çekingenliğimden sıkılıp, çoğu kız kesti bakmayı, ilgilendiğini belli etmeyi. Hep başkalarının kollarında gördüm sonra onları. Bunu tekrar yaşamaya dayanamam.



O yüzden vazgeçecektim artık, onu aklımdan silecektim. O beni bırakmadan ben onu bırakacaktım.



Ama ne yapayım, onu görmemeye dayanamadım, yine geldim. Bugün biraz kendime güvenim var ama. Önce kapıdan üç-dört kez geçtim, girip girmemeyi düşünerek. Sonra body-guard “merhaba abi” dedi de, cesaret bulup girdim. Kapıdan bara doğru yürürken, hangi garsona rastladıysam hepsi de hoş geldiğimi söyledi. İyi hissettim kendimi de, bir yere takılıp düşmeden bara ulaşabildim. Barın arkasına bakamadım. Bunu hep yapıyorum. Sanki geçerken uğramışım gibi. Onun için geldiğimi kimse anlamamalı.



Barda yer yoktu. O yüzden dönüp gidecek gibi oldum. Dönmekle dönmemek arasında bocalarken, baş-barmen seslendi: “Hoşgeldiniz...”



Ona baktım, bana gülümsüyordu. “Şurada size bir yer açalım, arkadaşlar kalkacak.” dedi. Gururumu okşadı bu ilgi doğal olarak. Boşalan yere yerleştim. Sağımdaki ve solumdaki müşterilere şöyle bir göz attım. Bana gülümsediler ve kadehlerini, biri şerefime, diğeri “Bu geceye” kaldırdı. Başımla selamladım onları. Barda daha mı dik oturmaya başlamıştım ne...



Baş-barmen geldi ve “Her zamankinden mi?” diye sordu. “Evet” dedim. Ve ilk defa o zaman, barın arkasına bakmaya cesaret edebildim. Barmaid’im yoktu. İzin günü Salı değil miydi? Yoksa hasta mıydı? Tam da kendime güvenimi kazanmışken bu olur muydu? Derken barın arkasından göründü. O kadar kişinin arasında, bakışları, güdümlü mermi gibi geldi, beni buldu ve kilitlendi. Hedefe isabet eden bakışlar, biraz önce binbir güçlükle şişirdiğim balonumu patlattı.



Başımı başka yöne çevirdim. Allahtan bara tutunarak düşmeme engel olabilmiştim. Ama bütün güvenim kaybolmuştu. Üst katta oturan müşterilere baktım. Tekini tanıyordum. Bana baktı. Göz kırptı. Ben de aynısını yaptım. Başıyla barın arka tarafını işaret ederek sinsi sinsi gülümsedi. Sonra da “Tamamdır” gibisinden bir baş hareketi yaptı. Anlam veremesem de ben de aynı hareketleri yaptım. Başımı çevirdim. Barmaid'ime baktım. Yukarıda selamlaştığım çocuktan gözlerini ayırarak bana baktı, gülümsedi. Birşeyler olduğunu ilk o zaman fark ettim.



Ondan sonraki yarım saat boyunca ne olduğunu anlamaya çabaladım ama nafile. Bu süre içerisinde, tuhafıma giden birkaç olay oldu. Barmenler bana “abi” diye hitap ediyorlardı. Baş-barmen adını söyleyip, elimi sıktı ve rakımın etrafını çerezle doldurdu. Tanımadığım insanlar gelip benimle konuşuyorlardı, sonra “Bu geceye” diye kadeh kaldırıyorduk. Barmaid'im ikinci rakımı isteyip istemediğimi sorunca, her zamanki gibi “evet” dedim. Rakımı getirdi ve hemen önümde, bara yaslanarak çevreye bakmaya başladı dalgın dalgın. Çok yakınımdaydı, kendime güvenim yerine gelmişti, insanların hepsi dosttu, ona birşeyler söylemenin tam zamanıydı. Ağzımdan ilk heceler çıktı. “Ss..n..s.....m”



Ben de anlayamadım ne dediğimi. Biraz daha güç toplamam gerekiyordu. Çevreme bakındım yine. Her şeyi anlamama ramak kalmıştı: Herkes, her taraftan bana bakıyordu. Alt kattakiler boyunlarını uzatmış, üst kattakiler korkuluktan aşağı sarkmış, bütün garsonlar işlerini güçlerini bırakmış, bardaki tüm insanlar beni görebilmek için barın üzerine uzanmıştı...



Bana bakmayan sadece iki kişi vardı. Biri barmaid'imdi. Dalgın dalgın taa uzaklara bakıyordu, tam yanımda olduğu halde. Diğeri ise barın sahibiydi. Müzik setinin başında birşeyler yapıyordu. Ona doğru bakarken, birden müziğin sesini kıstı ve o da bana bakmaya başladı. Başıyla “tamamdır, hallettim” gibi bir hareket yaptı. Barda artık çıt çıkmıyordu. Herkesin gözü üzerimdeydi. Ben barmaid’ime baktım, o uzaklara bakmaya devam etti. Birden sol kulağı dikkatimi çekti. Sanki bana doğru uzatmıştı, mikrofon gibi: “Buyrun, buraya konuşun...”



Sol kulak... hiç ses yok... mikrofon... sol kulak... herkes dost... sol kulak... hiç ses yok... tek ses benimki: “Ss..n...s...m”



Kalktım. Montumu alırken, sandalyeyi devirmiş olmalıyım, kapıya doğru giderken düşme sesini duydum. Kapıya ulaştım. Dışarı attım kendimi. Yüzüme soğuk hava çarptı, kendime geldim. Öylece durdum bir süre.



“Abi iyi misin?



Body-guard’ın sesiydi. Ona baktım. Bütün bunlara o neden olmuştu. Ne işin vardı da bana selam verdin. Ne demeye içeri girdim. Az kalsın heyecandan ölüyordum. Gitmek için bir hamle yaptım. Kıpırdayamadım. Body-guard tutuyordu kolumdan.



“Abi, seni bırakamam.”

“Ne demek ulan bırakamam, gidicem işte.”

“Abi, buradan yalnız çıkamazsın.”

“Ulan yalnız giremezsin’i duydum da, yalnız çıkamazsın’ı ilk kez duyuyorum.”

“Abi, kusura bakma, öyle emir aldım. Seni ne yapıp edip durduracağım.”

“Sen bana karışamazsın” dememe kalmadan bir yumruk yedim çeneme.



Ne kadar dayanıklıymışım ki yere devrilmedim. Sonra body-guard’ın beni tuttuğunu fark ettim. Birşeyler söyledim, yarı baygın: “Ss..ns....m.”



Tanımadığım bir yatakta uyandım. Tanımadığım bir tavana bakıyordum. Tanımadığım birisinin kollarındaydım. Başımı göğsüne yaslamıştı. Saçlarımı okşuyordu. Yatağın ayak ucunda, baş-barmen body-guard’a bağırıyordu.



“Oğlum, birşeyler yap dediysek, yumruk at demedik ya...”

“Hayır hayır, ona kızmayın” dedim, ağrıyan başımı yaslandığı rahat yerden kaldırmaya çalışarak. “O sadece görevini yapıyordu...”



Kollarında yattığım, “şşşt...” dedi. Başımı bir anne şevkatiyle tekrar göğsüne yasladı. Karşı koymadım, ama kendimi biraz yukarı doğru çektim ve başımı boynuna gömdüm. Yumuşacık boynuna, kulağının arkasına öpücükler kondurdum. Kulaklarını bir yerden hatırlıyordum. Birşeyler mırıldandım: “Ss..seni..sev..iyo..rum..”


YALNIZCA DENİYORDUM







Aniden gelmem Aysel'i neden bu kadar rahatsız etti ki... Kapıyı uzun süre açmadı, açtığında da adeta panik halindeydi. Belki de başka planları vardı. Salona geçip konuşmaya başladığımızda da kekeliyordu devamlı. Ne yapacaktı acaba? Ay çok merak ettim şimdi... Neyse onu sonra öğreniriz. Üzerimi değiştirme bahanesiyle odasına girip, yalnız kalabildim sonunda. Neden diğer odada giyinmem için o kadar ısrar etti, anlayamadım.



Ama üsteledim:

“Beni odana sokmak istemiyorsun demek. Yoksa gizlediğin bir şey mi var?” deyince yumuşadı da izin verdi girmeme. Diğer odada giyinecek kadar enayi miyim ben güzelim... Orada gardırobun yok ki... Bu kısa sürede gardırobunun her tarafını iyice inceler, yeni neler almışsın görürüm. Senin giymeni bekleseydim, çatlardım doğrusu...



Eveet.... Hemen işe başlayalım, vaktimiz az. Ooo epey de giysisi varmış. Bunu biliyorum... bunu biliyorum... Bak bunu hiç görmemiştim. Amaan, çok rüküş bi’şey! Ya şu etek... Bu güzel işte. Tanrım, şunu denemeden yapamayacağım. Neyse ki soyunmuştum, hemen üzerime geçireyim... Nefis oldu. Şu en beğendiğim ayakkabılarını da ayağıma giyeyim, rengi uyar bu eteğe. Eminim onun üzerinde bu kadar iyi durmuyordur. Bir de şunu deneyeyim, yoksa içimde kalır. Bu da hiç fena değil. Haspa!... Bu yaz çok seksi olacak. Görenleri kıskandıracak. Hii!.. kapıya geldi.



“Yok yok gelme, soyunuğum. Pazarda alışveriş yaparken epey terlemişim. Biraz terimi siliyorum, sonra giyineceğim. Ay bekle canım biraz, patlamadın ya...”



Aman neyse gitti. Bu kız herhalde bir yere çıkacaktı. O yüzden bu kadar rahatsız oldu. Yoksa giysilerini denediğimi anladı mı? Canım nerden anlayacak, ben de fazla şüpheleniyorum. Neyse birkaçına daha bakayım da çıkayım artık. Şu da çok güzel, denesem mi? Neyse artık başka sefer. Gardırobun köşesindeki şu boşlukta ne var öyle? Sanki bilerek boş bırakılmış gibi. Ne olabilir ki, çok merak ettim...



Aman Allahım...! İşte şimdi bizim kızın çekingenliğinin nedeni anlaşıldı. En nadide parçayı buraya koymuş. Eh Aysel... demek bunu saklıyordun benden. Ulan orospu... bunu da üzerimde denemezsem bana da Maydonoz Naciye demesinler..!



.....



Naciye, Aysel'e, onun sevgilisiyle, onun yatağında çıplak yakalandığında, o her zamanki umursamaz tavrıyla şunları söyledi:



“Şey Aysel... yanlış anlama. Yalnızca deniyordum...”




BEŞİNCİ ASKER







BÜYÜK HARF önümdeki askerin ensesinden olanları korkuyla izliyorum bir iki üç dört ense önümde korkunç bir savaş cereyan ediyor burnuma et ter kan barut çiş kokuları geliyor en öndeki yaralanmadan ya da ölmeden arkasındaki ateş etmeyecek o yaralanmadan ya da ölmeden de onun arkasındaki sonra onun arkasındaki ve onun arkasındaki yani ben otomatik silahlarımız sayesinde ve boğazın çıkışı epey dar olduğundan tek bir asker bile çıkanları durdurabilir boğazın girişine iyi koşullandırılmış bir asker dünyaya bedeldir ayrıca diğerleri onun arkasında onun gölgesinde kaldıkları için boğazdan çıkmaya çalışan düşman askerleri eğer şansları yardım eder de mermileri göbeklerine yemeden bellerini doğrultup nişan alacak bile vakit bulamadan ateş edebilirlerse beş asker gücündeki tek askeri ama tek asker gibi hedef gösteren o beş askeri vurmaları düşük bir olasılık iyi taktik değil mi yine de ilk asker vuruldu nöbeti hemen arkasındaki aldı düşman komutanı bazen gruplar halinde o daracık geçitten ne büyüklükte bir grup geçerse bazen teker teker geçide salıyor askerlerini ama zavallıların becerebildikleri tek şey canlı hedef olmak kurtulan ikinci askeri vuruyor ikinci askeri vuran üçüncü asker tarafından vuruluyor dördüncü savaşa hazırlanıyor ve ben beşinci asker sıra bana geldiğinde savaşmak düşüncesiyle sıvışmak düşüncesi arasında bocalıyorum düşman komutanı taktiğimizi geç de olsa birliğinin yarısını kaybettikten sonra anladığından neredeyse 30 askerini hınçla ve tek bir atakla tabii tek bir sıra halinde göndererek artık gücü iki asker kalan beni saymasak da olurdu bu tek askeri öldürmeyi planlıyor önümdeki aslanlar gibi savaşırken kaçmayı hep bir sonraki saniyeye erteliyorum sanki cesaretimi toplayacağım saati bekliyorum önümdeki asker vuruluyor ve bir an önümden çekiliyor savaşla ve ölümle yüz yüze geliyorum silahımı doğrultuyorum zaten doğrultmuşum da bu kez daha inançla tutuyorum kaçma düşüncesi yerini savaşma düşüncesine bırakıyor ama önümdeki asker ölmemiş sadece yaralanmış ve ayakta dik duramadığı için yere çömelmiş bir halde savaşmaya devam ediyor bu ne hırs onun arkasına çömeliyorum nişan aldığım düşman askerleri ben daha ateş etmeden birer birer devriliyor önümdeki artık bana siper olamayacak hale gelip çöktüğünde otomatik silahımdaki mermileri hiç sakınmadan maliyetine aldırmadan boşaltmaya başlıyorum yığınlar halinde yerde serilen kendi arkadaşlarını artık çiğneyerek boğazdan çıkmaya çalışan düşman askerlerinin üzerine bu bir bilgisayar oyunu değil yaşamda her şeyin bir bedeli var mermilerin bitme olasılığı beliriyor o kadar çok harcıyorum ki korkaklığımın açığını kapatmak için tabii artık korkaklığımdan eser kalmamış başka çarem kalmamış bir korkak bu kadar düşman askeri öldürebilir miydi düşman komutanı askerlerinin tükenmekte olduğunu görüyor onları teker teker yollamaya başlıyor namlumun ucuna tek asker ama gerekten tek asker kaldığımı anlıyor su gibi mermi harcadığımı gördüğünden başka bir taktik uyguluyor askerleri menzilime tam olarak girmeden girer gibi yaparak beni aldatarak mermilerimi tüketmeye çalışıyor bu amaçlarında başarılı olacağa benziyorlar eskiden yirmi mermiyle beş ya da altı düşman askeri öldürürken şimdi otuz mermiyle ancak bir düşman askeri öldürüyorum kendime gelmek istemiyorum başka düşüncelerin aklıma gelmesini istemiyorum mermilerim giderek azalırken düşman askerleri ayaklarını başlarını göstererek teker teker hedef olmaya aslında hedef olmamaya hedefmiş gibi görünmeye devam ediyor şanslarını deneyip beni vurabileceklerine gözleri kesince ortaya atlayıp mermilerimi yiyorlar işte bir tane daha gitti kaldı dört tane evet önümde dört asker kaldı artık beşinci askerim ben ordunun gerisi arkamda en az bir yirmi kişi daha oluşturuyor ama ben öldükten sonra arkada yüz kişi olsa ne fayda korkuyorum boğazı geçmek için düşman mermilerinin önüne atlamalar yapan ordunun sıradaki beşinci intihar komandosu olarak korkuyorum işte birinciyi öldürdü mermileri biraz daha azaldı ikinciyi öldürdü mermileri biraz daha azaldı üçüncüyü öldürdü mermileri biraz daha azaldı dördüncüyü de öldürecek mermileri biraz daha azalacak sıra bana geldi neredeyse kaçmayı düşünmedim değil ama komutan vuruverir mazallah şakağımdan askeri mahkemeyi beklemeden evet sıra bende ama arkadaşlarım gibi oyunlar yapmak niyetinde hiç değilim nasılsa işe yaramadı onların oyunları da baksana boğazın çıkışında öyle yatıyorlar etten bir dağ gibi bir göz dağı gibi komutan omuzumu okşuyor ölüme hazırlıyor sanki beni bitir mermilerini diyor hadi göreyim seni acıyı uzatmak niye mermilerinin biteceği yok böyle giderse hepimizi temizler de yine bitmez maşallah atlayacağım doğrudan boğazın çıkışına mermileri yemeden birkaç el ateş edersem ama onu da sanmıyorum ya atladım bile neden yemedim hiçbir mermi karşımda duruyor boğazı kollayan asker silahı bana çevrili duman tütüyor namlusundan ama neden mermi geçmiyor geçip de saplanmıyor canım etime savaşın en sessiz dakikaları bunlar daha önceki silah seslerinin canhıraş çığlıkların uğultuların savaşı biraz daha korkunçlaştıran tüm o seslerin kesildiği dakikalar ritmik olarak şu sesleri duymaya başlıyorum sadece klik klik klik sanki boş silahla beni vurabilecekmiş gibi inatla basmaya devam ediyor boğazı bekleyen bu zavallı asker tetiğe eli takıldı belki de saatlerdir yaptı bu hareketi ne de olsa ama bitti işte mermisi tam ben boğazı geçmeye çalışan ordunun beşinci askeri ölüme atıldığım sırada bitti hem de bir mermi sadece bir mermi bile az harcamış olsaydı öncekilere işte savaşı bitirirdi o mermi benim için bitirirdi ama şimdi ikimiz karşı karşıya gözlerimiz karşı karşıya bedenlerimiz karşı karşıya fikirlerimiz karşı karşıya onun boş silahı benim daha tek mermi atılmamış silahımla karşı karşıya NOKTA







(Ağustos 1999 E Dergisi Öykü ‘99 Eki)





UĞURLU 13







Önce dolma kalemle bile hatasız yazardım, çünkü ilk katı kurşun kalemle atmama izin verilirdi. O zamanlar kusurlar hoş karşılanabilirdi. Sonraları seçmek zorunda bırakıldım; kurşun kalemle yanlışsız ama etkisiz yazacaktım ya da dolma kalemle etkili ama hatalı (sayfayı tahriş etmeden lekeleri çıkaramıyordu mürekkep silgileri). Yanılgılardan uzak ve etkileyici bir yaşamın peşinde, kurşun kalemler ve dolma kalemler arasında, unuttuğum bir şey vardı; tükenmez kalem..! Yaşamımın yanılgısı, onun hiç tükenmeyeceğini sanmamdı.



Tükenmez kalemin mürekkebi zamanla silikleşecek izlerini bırakıp tükeninceye kadar bitirebilirsem, yaşamımın bir muhasebesini yapayım istedim. Finansal muhasebe epey bilgili olduğum bir daldır, sonradan elimin tersiyle bir kenara itsem de, gençliğimin büyük bir bölümünü onu öğrenmeye harcadım. O zamanlar “finansal” olanın, “yaşamsal” olanın üzerini yaldızlı kağıdıyla ne kadar kaplamaya çalışırsa çalışsın, bir etiket olmaktan öteye geçemeyeceğini bilmezdim. Yaşamın çoğu kez bizim kontrolümüzün dışında gelir-giderlerle dolu olduğundan, asla hesaplarıyla oynamanıza izin vermediğinden, zaten onu benzersiz kılanın da bu olduğundan habersizdim. Yaşamı yönlendireceği ya da uçuruma süreceği gerçek bir ipucu yakalayabilenler hariç diğerlerinin, Yaşam Limited Şirketi'nin sıradan muhasebecisi olarak, günahlarıyla sevaplarını denkleştirmeye ve yıl sonunda hesabı tutturmuş olmanın rahatlığına, biraz da kâr elde etme zevkini eklemeye çalıştıklarını görmezden gelirdim... Çünkü benim de yaşamım, ipuçlarını değerlendirmeye başladığım zamana kadar, tüm diğer insanlar gibi geçiyordu.



İnancın, bilgiye gitme yolunda sadece bir aşama olduğunu anlayan az bulunur insanlardansanız bile, yaşam gerçekliğini göremediğiniz, hissettiğiniz ama kanıtlayamadığınız şeyleri bilemeyeceğinizi anlar, ama onlara inanmamazlık da etmezsiniz. Bilirsiniz ki, Tanrıyla ilgili bilebileceğiniz tek şey ona inandığınızdır. Birisine âşık olursunuz, ama kalbinizin köpeğin tekinin sizi kovaladığındakinden farklı çarptığını ne ona ne de başkasına anlatamazsınız. Yarattıklarınızı insanlara beğendirirsiniz ama eserinizdeki anlamı gözlerinde boşuna arar, gözlerindeki anlamı da eserinizde bulamazsınız. (Bu yüzden eserlerinize ad verirsiniz. Ve bu yüzden mutluluğu resmetmek istemezsiniz.) Ve ben birazdan anlatacaklarımı kelimelere dökebilirim ama onlara mantıklı bir anlam yüklemenizi bekleyemem... Bekleyebileceğim tek şey bana inanmanız. (Bunu da olanaklı görmediğim için gereksiz bir çabaya girmeyeceğim.)



Bir oyundan bahsedeceğim size, Uğurlu 13. Onun bir çocuk oyunu olduğunu düşünmeniz işime gelir; böylece onun gerçek yüzünü bir maske, giysisini de çılgın bir balo kıyafeti sanırsınız; doğru oynanmadığında sonucun bir kabusa dönüşeceğini size itiraf etmediğim sürece oyunun zevkine beraberce varabiliriz. Oyun 13'lerle yaşanıyor; ya da şu size daha açıklayıcı gelirse, yaşam, 13'lerle oynayarak sürdürülüyor. Aslında herhangi bir sayıdır 13, bilirsiniz, matematikte ara sıra rastlarsınız ona. Bazen yanıt şıklarından biri olur, bazen de problemin kendisi. Takvimde her ayın bir 13'ü bulunur; doğum, ölüm ve evlilik yıldönümleri, bayram ya da anma günleri olarak kendini belli etmese fark etmezsiniz bile. 13, işinizle ilgili önemli bir şifre olabilir, bilgisayarınızın, para kasanızın ya da değerli evrakları taşıdığınız çantanızın; ya da bir askeri paroladır, dostu ve düşmanı ayırmanızı sağlar. Periyodik olarak ya da çözülebileceğinden işkillendiğiniz an değiştirebilirsiniz. Oysa benim için, onu her defasında tekrar tekrar bulmadan sürdüremeyeceğim ve canım istediğinde değiştiremeyeceğim yaşamımın şifresiydi 13...



13'e kötü şöhretini kazandıran şu uğursuzluk söylencesinden bahsetmem bir zorunluluk. Bu söylence Hıristiyanlığın ilk yıllarına kadar uzanır. İsa, çarmıha gerilmeden önce 12 havarisi ile birlikte son yemeğini yemiştir; 13'e yakıştırılan uğursuzluk o yemekte 13 kişi olmalarından doğmuş, Tanrının değil de şeytanın avukatlığını yaptığından olacak Hıristiyanlık'tan daha büyük bir başarıyla tüm dünyaya yayılmıştır.



Oysa Son Yemek’te hesabı 13’e ödetmek, cinayet mahallinde karşılaşılan ilk insana suçu yüklemek gibi bir şeydir. İsa o yemekte havarilerine “İçinizden biri bana ihanet edecek...” dediğinde, inanmaktan öte biliyordu bunu. Ya Tanrının armağanı çok gelişmiş bir altıncı hissi vardı ya da kendisini kimin gammazlayacağını kulağına fısıldayacak bir muhbiri. (Belki ikisi de aynı şeydir.)



İsa’nın muhbirinin 13 olduğuna inanmak için öyle çok nedenim oldu ki. Size şu kadarını söyleyeyim, benim yaşamımdaki 13 de aynı görevi yerine getiriyordu. Ama bir takım batıl inançlı insanın 13’ü uğursuzluğun sembolü olarak görmeleri, bu sabıkalı ile çokça görüldüğüm için beni de birinci dereceden suç ortağı yapıyordu. Yaşamım boyunca batıl inançlı olduğuma inanılsa da, gerçekte ben, 13'ün batıl inancın korkulan putu değil, kaderin ödülü de, cezayı da barındıran bir oyunu olduğunu gayet iyi biliyordum. (Galile’den önce de Dünya’nın dönmediğini “bildiğimize inanırdık”. Şimdi ise, o zamanlar Dünya’nın dönmediğine “inandığımızı biliyoruz”. Ve dünya “yine de dönüyor...”)



####



Yaşama ve 13’e gözlerimi açmamı sağlayan annemi hiç tanımadım. Halbuki bunu ne çok isterdim. Ne anne şevkatine duyduğum özlem, ne de o inançlı ve cesur insanı tanıma arzusu söyletiyor bunu bana. Sadece ölümündeki gizem, yaşamını daha da ilginç kılıyor ve yaşamının gerçek yüzünü aydınlatabilecek tek insan olan babam bile annemin beraberinde toprağa götürdüğü sırları, ne yazık ki tam olarak açıklığa kavuşturamıyor. 18 yaşıma kadar bana anlatılan hikayeye göre annem, tıbbın çaresiz kaldığı zorlu bir doğum sonunda yaşama teslim olan saygıdeğer bir insandı. Babamın 18 yaşıma kadar sakladığı gerçeği anlatma zamanı gelince, tıbbın çaresiz kaldığı şeyin annemin iradesi olduğunu öğrendim.



Annemin müthiş bir hayal gücü varmış ve batıl inançlarla ilgili hikayeler anlatmayı çok severmiş. Babam ondan, 13’ün uğursuzluğu da dahil olmak üzere kara kediler, merdiven altından geçmek, ayna kırmak ve daha birçok uğursuzluk hikayeleri dinlemiş. Nazar boncuğu takmak, tahtaya vurmak ya da sabah yatağın sağ tarafından kalkmak da uğursuzluğu bozan yöntemlermiş bu hikayelerde. Annem anlatırken, babamı ciddiyete davet eder ve anlattıklarının gerçekliğine inanmasını istermiş. Babam buna hiç karşı çıkmaz, böyle olunca hikayelerin ilginçliğinin bir kat daha arttığını bildiğinden, annemin sanki yaşamış gibi heyecanla anlatmasının etkisi altında, onları bir filmi izlermiş gibi ilgiyle dinler, bununla beraber bir filmi önemsediği kadar önemsermiş. Hikayelerin kahramanı hep aynı kadınmış. Bu kadın, batıl inançları yaşamından tümüyle kovabileceği bir ipucu olduğuna inanır, her hikayede bu ipucunu bulmaya çalışır ama batıl inançtan başını biraz da olsa kaldıramadığı için bir türlü bulamazmış. (Duvarı aşmak/yıkmak için gereksinim duyduğu şey duvarın arkasındaymış.) Ara sıra babam, hikayenin sonunu kendi kafasından bitirmeye kalktığında, ya da bir bölüme o an aklına gelen hoş bir şeyi eklemek istediğinde, annem söylediklerine şiddetle karşı çıkar, küçümser bir edayla “seninkiler hikaye...” dermiş. Babam batıl inançlara karşı kendi çapında bazı kurtuluş çareleri önererek hikaye kahramanı kadına yardım etmeye çalıştığında, annem onu önce büyük bir dikkatle dinler, sonra “işe yaramaz” diye geçiştirirmiş. Bu anlarda annemin durgunlaştığı babamın gözünden kaçmazmış. Tüm bu hikayeler, yaşamın gerçekliğinden onları biraz da olsa uzaklaştırmaya yarayan eğlencelikler olarak anlatılıp geçilirmiş, babama göre.



Bir doğum sırasında geçen şu son hikaye olmasaydı, babam, hafızasının kıyılarında köşelerinde kalmış diğerlerinin arasındaki bağlantıyı herhalde hiç kuramayacaktı: Kadın, 27'sinde beklenen bebeğinin, erken doğacağı haberini aldığında, ayın 13’üymüş. Bebek, doğmak üzere olan her canlı gibi dışarı çıkmak için uğraşırken, zavallı kadın vücudunun alt kısmındaki tüm kasları inatla germiş ve arasıra nefes almak için ara vermenin dışında hep böyle gergin tutmuş, bebeğini dışarı salıvermemiş. Öğle saatlerinden günün bitimine kadar ne doktorun, ne de sonradan doğum odasına alınan kocasının yalvarmalarını dinlemeyip, bu insanüstü çabasını sürdürmüş. (İnsan çişini bile o kadar süre tutamaz...) Saatler gece yarısını geçerken, bedenini gevşetip bebeğini, yaşamından ciddi ciddi endişe eden doktorun kucağına sağlıklı teslim ettikten sonra, ruhunu da Tanrıya teslim etmiş.



Ölmeden önce kadın, çocuğu koyvermesi için doktorla beraber saatlerdir yalvarmaktan bitkin düşmüş kocasına, çocuğunun 18 yaşına gelmeden doğumuyla ilgili gerçeği bilmemesi gerektiğini, yaşamı boyunca anlattığı hikayelerden kocanın aklında kalan birşeyler varsa bile, bunların bir tekinden bile haberi olmamasını sıkı sıkı tembihlemiş. Hatta kocasına şerefi üzerine yemin ettirmeden, uzun süreden beri bekletildiği için sabırsızlanan azrailin kollarına kendini bırakmamış.



Bütün bunları babamın şaşırmasına neden olacak bir olgunlukla dinledikten sonra, hep aklıma takılan bir soruyu sorma zamanı geldiğini anlayarak sakin sakin, “Sence...” dedim, “...tüm bunlar batıl şeylere inandığı için mi başına geldi?”... “Hikaye kahramanı kadının başına mı yani?” dedi babam. Bu sorunun yanıtını hiçbir zaman verememişti; ya hikayeler gerçekti, ya da gerçek yaşam hikayelerden oluşmuştu. O günden sonra bu konuyu ne o açtı bir daha, ne de ben. Annemi gerçekten severdi. Yaşamı boyunca onu hep özledi -çok fırsatı çıktığı halde yeniden evlenmeye yanaşmadı-. Annemin ölümü konusunda bir yorum yapmaya da yanaşmadı: Annemin sırrını kabul etse, bunca yıllık dikkatsizliği ve umursamazlığı için kendini suçlayacaktı; annemin ölümünü bir çeşit intihar olarak görme düşüncesine kendini kaptırsa, yaşarken ona sırtını dönmüş olması yetmezmiş gibi, öldükten sonra da ona ihanet etmiş gibi hissedecekti. Babam zeki, ama kanıtsız gerçekliğe inanmadığı için yaşam görüşü sınırlı bir insandı, çevremde onlardan çokça oldu yaşamım boyunca. Annem ise gerçekten de batıl inançlı mıydı, yoksa yaşamı -benimki gibi- toplumun algılama sınırlarını mı zorluyordu, açıkçası bilemiyorum. Ama bir batıl inançlıya göre gerçekten cesur bir kadın olduğunu söylemeliyim. 13 sayısını, merdiven altlarını, kara kedileri ve daha birçoklarını vagonlarında peşinden sürükleyen, renginin karalığı yetmezmiş gibi geçtiği yerlerin gökyüzünü dumanıyla karartan uğursuz bir lokomotifin altında kalmamak için, yaşamını doğru rayına oturtmaya çabalamıştı. Ama ne yazık ki bu, kaderin ona değil oğluna uygun gördüğü bir fırsattı.



Doğumumla ilgili gerçeği öğrendiğimde, yaşamımdaki ilk 13'ün aynı zamanda son 13 olduğunu çünkü annemin uğursuz etkiyi bir çeşit paratoner gibi üzerine çekip beraberinde toprağa götürerek ortadan kaldırdığını düşünebilirdim. Bir uğursuzluğu yenmiş -gayet sağlıklı doğmuş- olmanın gücüyle, yaşamıma annemin kaldığı yerden devam edebilirdim. Ama hiç de öyle olmadı. Çünkü 18 yaşımda, şöyle bir durup da geçmişime baktığımda, 13'le olan doğumdan gelen bağımın kopmadığını kanıtlayacak olaylar görüyor, ne anlama geldiğini o zamanlar kestiremediğim bu olayları annemin batıl inanca saplanmamam için ayrıntılarını anlattırmadığı hikayesiyle bağlantı kurarak açıklayabiliyordum. Paratonerim hasar görmüş ve kullanılamayacak hale gelmişti, ne var ki yıldırımlar devam edecekti.



Buraya kadar anlattıklarıma bir göz atınca anladım ki, başta söylediğimin aksine, bir inandırma isteği kolayca göze çarpıyor. Belki şu dakikaya kadar bana gerçekten de inanıyorsunuz zaten. Sadece annemin ölümünü abartmış olabileceğimi düşünüyorsunuz. (Tanrım... yine bir inandırma çabası.) Sonuçta siz, henüz içerdeki müziği duydunuz, uzaktan kulağa hoş geliyor mu bilmiyorum... Ben yaşamım boyunca insanların bana inanmamalarını, hayal gücü geniş bir insan olarak tanınmamı, uzak durulmamı ya da güldürü konusu olmamı, asıl bundan sonra anlatacaklarıma borçluyum (bana yarı deli diyenler bile çıktı; aslında yarı deli, normal insandır).



####



Önce size, kendimi bir öğrenci olmaktan çok bir kurban ya da bir hedef tahtası gibi hissetmeme neden olan okul numaram 1101'den söz edeceğim... Sadece 1 ve 0'dan oluşmasının sadeliği ve dikkat çekiciliğiyle sınıf listesinde adımı sanki üzeri fosforlu kalemle çizilmiş gibi hemen ön plana çıkaran bu numara sayesinde, günde dört ayrı dersten sözlüye kaldırılmak, sınıf temizliği ya da öğretmen masası örtüsünün eve götürülüp yıkatılması gibi kimsenin gönüllü olmayacağı işlere koşturulmak, müfettiş baskınlarında sınıfı temsilen seçilmek, törenlerde saatler boyu gururlu olduğu kadar yorucu bayrak taşıma görevini yerine getirmek artık alıştığım günlük uğraşlar olmuştu. Onu başka bir öğrenciyle değiştirme planım, bunu yapacak hainliğe beni kolayca taşıyacak gözü dönmüşlüğü içimde barındırmakla birlikte, değil sınıfımızda, tüm okulda bile bu ünlü numarayı kabul edecek bir enayi bulmak mümkün gözükmediğinden, uygulanamıyordu.



1101’in dikkat çekiciliğini, tüm olumsuzluğuna rağmen lehime kullanabileceğim tek derste, o, buna fırsat vermiyordu. İnsanların koyunlar gibi numaralandırılmasını aşağılayıcı bulan matematik öğretmenimiz (diğerlerinin arasında sadece o), bizi adlarımızla çağırıyordu ve bu nedenle ben, çok sevdiğim, konularına meraklı olduğum ve diğer derslerde yaşadığım hezimetlerin intikamını alacağımı umduğum bu derste, geri planda, silik ve kendini ifade edememiş bir bahtsız olarak kalıyordum; adım, numaram kadar ilgi çekici olmadığından. En çok nefret ettiğim şeyin, beni en iyi tanımlayan şey olmasından nefret ediyordum.



Tebeşirle yazarken tırnağın tahtaya sürtmesi gibi iç gıcıklatıcı bir hatayla ruhuma kazınmış olduğunu düşündüğüm 1101’e ömrümün sonuna kadar mahkum olacağımdan korkardım. O yaştaki bir çocuğun yaşamında okul numarasının önemli ve belirleyici yerini düşünürseniz, beni daha iyi anlayabilir, hatta o sıralarda fazlaca gördüğüm şu rüyayı anlattığımda bana gülmezsiniz: Annem ve babam olduğunu sandığım iki kişi, gittiğimiz kasvetli bir devlet dairesinde, benim şaşkın bakışlarım altında, adımı 1101 olarak kaydetmek istiyorlar. “Bu gerçek adı mı?” diye sorulunca da, “hayır...” diyorlar, “...gerçek adı vahim bir kaza sonucu silindi, zaten uzun zamandır kullanmadığımız için hatırlamıyoruz bile.” Böylece benim bütün itiraz feryatlarıma rağmen adım, 1101 olarak resmen kaydediliyor.



O zamanlar 13'ün değil de 1101'in uğursuzluğuna inanmam için bin tane nedenim vardı, çünkü aralarındaki -matematiksel olduğu kadar Tanrısal- bağı görüp de üvey kardeş olduklarını henüz anlamamıştım: Günlük yaşantımızda her zaman kullandığımız sayıların, matematikte on tabanlı sisteme göre yazılmış olduğunu, on iki ya da sekiz gibi farklı tabanlı sistemlerin de var olduğunu ve 1101 (bin yüz bir)'in onlu sisteme göre, ama 1101 (bir bir sıfır bir)'in ikili sisteme göre yazılmış olduğunu sonraları keşfettim. Günümüz bilgisayarlarında kullanılan bu sisteme göre, bütün sayılar sadece 1 ve 0'dan yararlanılarak ifade ediliyordu. Gerçi öğrenim yaşamım boyunca, kimse benle “bir bir sıfır bir, sözlüye...” ya da “bir bir sıfır bir, otur, bir..!” diye konuşmamıştı ama bir yerlerden yaşamıma karışan düzenbaz bir güç, neden on tabanlı sistemin dilini kullanmakla kendini sınırlasındı ki? Rastlantıyla açıklanamayacak bir sonuçla, 1101'i on tabanlı sisteme çevirerek 13'ü buldum. Böylece bütün öğrencilik yaşamım boyunca bir pankart gibi taşıdığım okul numaramın gizemi açıklığa kavuşuyordu. Bir kanıt niteliği taşıması için değil inanın, ama merak edenleriniz varsa diye biraz daha ayrıntıya giriyorum.



On tabanlı sistemde örneğin 3854'ü nasıl şöyle yazabilirsek

3854 = 3000 + 800 + 50 + 4

= [ 3 x (10)3 ] + [ 8 x (10)2 ] + [ 5 x (10)1 ] + [ 4 ]



aynı şekilde iki tabanlı sistemdeki 1101'i, on tabanlı sistemde şöyle yazarız:

1101 = [ 1 x (2)3 ] + [ 1 x (2)2 ] + [ 0 x (2)1 ] + [ 1 ]

= 8 + 4 + 0 + 1

= 13



####



Yaşamım boyunca 13, özellikle sayıların bulunduğu her durumda bana bulaşmaktan geri kalmadı. Kadınsı bir kıskançlıkla kendini diğer sayılardan ayırıp “hayatımın sayısı” olduğunu kanıtlamaya çalıştığı gibi, bana sunduğu oyunun yanında başkaca hiçbir dünyevi oyun tanımamam için de elinden ne gelirse yapıyordu. Delikli bilardoyu çok severim. Ama 13 numaralı topun alacaklım gibi peşimden koştuğu bir karşılaşmadan sonra bir dönem bu oyundan ciddi ciddi soğumuştum. Bilardonun 16 topla oynanan türünden bahsedeceğim: 1-7 numara arası benekli, 9-15 numara arası halkalı iki grup top, 8 numaralı siyah top ve atış yapılan beyaz toptan oluşan oyun. Sözkonusu karşılaşmada benekliler benim, halkalılar da rakibimin hedef toplarıydı. Sıranın bana geldiği her durumda, beyaz topa ıstakamla yaklaşıp gözüme kestirdiğim bir benekliyi deliğe tıkmaya hazırlanırken, çok ilginç bir olay gerçekleşiyordu: Rakibimin bir önceki vuruşunun etkisiyle hâlen yuvarlanmakta olan 13 numaralı top, geliyor ve tam da vuruşu rahat yapmamı engelleyen bir pozisyonda duruyordu. Beyazı 13'e çarptırmam, rakibimin topu olduğu için hata sayılacağından, sayı yapacağım en uygun açıyı kaybediyordum; hatta 13'ün tam olarak önümü kapadığı bazı durumlarda, atış yapmam bile imkansızlaşıyordu. İşin sadece şanssızlıkla açıklanamayacak, bir bilardocuyu olduğu kadar herhangi bir fizikçiyi de şaşırtacak ilginç bir yönü daha vardı. Bilardocular bilir, atışta ıstaka önce beyaz topa vurduğundan, bu top sahanın en hareketli topudur ve bir sonraki vuruşu iyi tasarlayabilmek için genelde onun hareketini tamamlaması beklenir. Beyaz hareketsiz kaldığında, diğer toplar zaten durmuşlardır. Oysa bu kez rakibimin her atışında, onun çabası haricinde -bir şekilde(!)- hep harekete geçen 13 numaralı halkalı, beyaz sabit kaldıktan sonra da hareketine ve gelip pozisyonumun önünü kapamaya devam ediyordu, sanki bir büyüyle yönetiliyormuş gibi. Rakibim uygun pozisyon yakaladığı birçok durumda 13'ü deliğe göndermeyi denediği halde, beceriksizlikle açıklanamayacak başarısız vuruşlar yaptı. Bir süre sonra ben 13'ün engellemesi nedeniyle hiçbir topumu deliğe gönderememiş olmanın can sıkıntısı içinde, tek kaldığı için artık onun peşine düşmüş olan rakibimin başarısız girişimlerini ve topun pozisyonumu engelleyecek şekilde gelişini izlemekle yetiniyordum. Uzun süre uğraşarak -artık “uğursuz top” olarak anmaya başladığı- 13'ü deliğe sokmayı sonunda başaran rakibim, bir elde ardarda başarılı atışlarla bütün toplarımı temizleyip, siyah topu da son olarak deliğe göndererek kazandığımda, 13'ün(cü topun) -tüm karşılaşma boyunca düşündüğünün aksine- aslında beni hedef seçtiğine inanıp, rahatladı. O gün 13 ile ilgili olası bir batıl inanç ruhunu teslim alsaydı, sanırım bugünkü kadar ünlü bir bilardocu olamazdı. Ben ise o günden sonra 3 toplu bilardoyu tercih eder oldum.



13'ün yaşamımdaki her önemli şeye olduğu gibi hayvanlara olan sevgime de el atması kaçınılmazdı. Bebekliğinde evimize gelen ve kocaman oluncaya kadar “Köpecik” diye çağırdığım ilk ve tek köpeğimi, artık gerçek bir ad bulup “Coni” diye çağırmaya başladığımın birinci haftası ölü buldum. Ne 13 aylık, ne de 13 yaşındaydı öldüğünde, ne de derisinin üzerinde 13'e benzer bir şekil oluşmuştu. Sorun, o masum görünen adındaydı. Onu “ConiConiConiConiConi...” diye çağırdığımda farketmiştim ki aslında “OnüçOnüçOnüçOnüçOnüç...” diye çağırıyordum.



Sizi daha fazla inandırma çabası taşımadığımdan, annemin 13'üncü ölüm yılında her yıl olduğu gibi mezarına bıraktığımız bir düzine çiçeğin, toprağın üzerinde nasıl 13 tane olduğunu (ve bunu öbür dünyadan bana gönderilmiş bir doğum günü armağanı olarak kabul ettiğimi); mahalleler arası futbol maçlarımızın birinde, zorlu bir atağı savuşturmaya çalışırken kafama balyoz gibi çarpıp sekerek 13'üncü gol olarak kaleme giren topun, beni nasıl günlerce komada bıraktığını (ve bu top oyununu artık tribünlerden seyretmeyi yeğlediğimi); 17 yaşımda, uzunca bir süre hafif seyreden bir zatüreden yatarken, birden ağırlaşan hastalığın çok zorlu geçen, doktorun öleceğime inandığı son gecesini nasıl atlattığımı; ertesi sabah mucizevi bir şekilde sapasağlam ayağa kalktığımda, o uğursuz gecenin hastalığın 13'üncü gecesi olduğunu nasıl farkettiğimi (ve sonradan, o gün ölmememi, kaderin beni habersiz ve hazırlıksız vuracak kadar kahpe olmamasına yorduğumu) anlatmıyorum bile.



Hiçbiri tek başına bir şey ifade etmeyecek, birlikte düşünüldüğünde belki belli şüphelere yöneltecek, ancak annemin hikayesi henüz anlatılmadığı için işaret ettikleri şeyin ayrıntıları saptanamayacak ilginç olaylardı bunlar -tıpkı UFO'lar gibi-. Ve ben, yaşamımı etkisi altına alan, açıklayamadığım bir şeyin rastlantısallıktan uzak varlığını hissetmeye başladığım o dönemde başımdan geçenlere çevremdekileri inandıracak elle tutulur hiçbir kanıt bulamıyordum, kronometresi 13:13:13’de durmuş ve bir daha hiç çalışmamış saatim dışında.



Böylece 13'lere karşı bilinçsizce önlemler aldığım bir dönem başladı. (Bir hayalete karşı kapıları pencereleri kilitliyordum!..) Takvimdeki tüm 13’lerden sakınıyor, o günlerde özel bir şey yapmıyordum (2013 yılına kadar bu olayı çözeceğimi umuyordum). Kızlarla buluşmalarımı 13.00 - 13.59 saatleri arasında yapmıyordum (tabii eğer ilişkimizi bitirmeyi düşünmüyorsam). Süregelen bir durumun 13'üncü gününe de dikkat ediyordum. Yıl sonu bitirme ödevim 13 sayfa tutunca dipnotlarla 14'e çıkarmıştım. 13 tuttururum korkusuyla toto oynamıyordum. İlk trafik kazamı 13'üncü caddede yapmıştım, kulağımı tersten göstermek de olsa bir başkasını kullanıyordum. 13 plaka numaralı şehre bir gün yolum yanlışlıkla düşerse, caddelerinde tam bir kabus yaşayacağımı biliyordum. İkinci kat için bile asansörü bekleyen ben 13'e yürüyerek çıkardım. 13 numaralı koltuğunda oturduğum bir sinemanın beyaz perdesinden ya da şehirlerarası otobüsün soğuk camından izlediğim sahnelerin hayatımın bir film şeridi gibi önümden geçen son görüntüleri olacağını düşünürdüm. Kendimi bir kuyrukta 13'üncü kişi olarak beklerken bulursam, nezaket gösterip arkamdakine veriyordum sıramı. Kitabın 13 numaralı sayfasındaki şiir, yaşamımı hüzünle doldurabilir, intiharıma neden olabilir diye korkuyordum. Romanların uzunca önsöz yazılmış olanlarını seviyordum. O zamanlar bütün bunları art arda saymayı bile göze alamazdım, sayıları 13'ü bulacak diye...



####



Yaşamımdaki 13'lerin bir rastlantı değil büyük bir oyunun parçası olduğunu annemin hikayesini öğrendiğimde fark ettim. O zamana kadar ne batıl inançla, ne de -yirmialtı’nın yarısı, altı’nın iki katının bir fazlası- olmasıyla açıklayamadığım bu sayının gizeminin peşine takılmamıştım. Ama ussal bir temele dayandıramadığım için varlıklarını açıklayamadığım 13'leri yadsıma hatasına da düşmemiş, onlarla beraberce yaşamanın yollarını aramıştım. 13'den bir cüzzamlıdan kaçar gibi kaçmak batıl inançlı korkakların işiydi. Ondan sakınmanın gerçekten de bir yolu vardı. Annemin yaşamına mal olan cesareti bana ipucunu göstermişti.



Doğum tarihim olarak belirlenmiş 13'e karşılık, bir gün sonrasını beklerken annemin düşündüğü, sadece 13’den kaçmaktı. Oysa böyle yaparak farkında bile olmadan beni, başka bir 13’le doğurmuştu: Normal doğumum 27’sindeydi, 13’ünde değil de bir gün sonra, yani 14’ünde doğarak aslında 13 gün önce doğmuş oluyordum. Annem 13’den kaçabildiği için değil başka bir 13 bulabildiği için sağlıklı doğmuştum. Yaşamımı kurtaran bir 13’tü bu, uğurlu bir 13... İpucu, yaşamın uğurlu 13'leri de barındırdığıydı. Ve kaderin her uğursuz 13'üne karşı, uğurlu bir 13 bularak, belalara teğet geçerek de olsa yaşamaya devam edilebilirdi. Göze göz, dişe diş, 13'e 13...



Böylece annemin bütün yaşamı boyunca aradığı bilgiye onun teleskobundan bakarak ulaştığımı görebiliyordum, dünyam bir oyun çevresinde dönüyordu. O güne kadar acemisi olduğum oyun artık benim başrolümde oynanacaktı ve ben çıkıp oynayacağım ilk işareti bekliyordum. Sorumluluğum da artmıştı artık. İnanç iç rahatlatan bir şey olmasına rağmen, bilgi, insanı yaman sorumluluklar altına sokar. İnanıp kurtulabiliriz, ama bilirsek kaçamayız.



Kader, alınyazım Uğurlu 13’ü gölgelemek için Uğursuz 13'ler göndererek hamlesini yapacak, ben ise her 13'e karşı, onun gölgesinden sıyrılmamı sağlayacak uğurlu bir 13 bularak kazanabilecektim. Üzerlerinde sadece 13 sayısının yazılı olduğu taşlarla oynanan bir domino oyunu gibi; Uğurlu 13'lerle, Uğursuz 13'lerin savaşı...



Yaşamımı bir oyunla açıklıyor olmam -çocuk oyuncağı olmadığını artık anlasanız da-, gözünüzde inandırıcılığımı azaltıyor, biliyorum. Ama bilirsiniz ki çocuk oyunları yetişkinliğe hazırlıktır, benim için ise yetişkinliğin ta kendisiydi. Dünyam kaderin oyun küresiydi. Yetişkinler dünyasına adım atarken, içimdeki çocuğun kürtajlanmasına engel olmasaydım, soruları önyargısız bir çocuk aklıyla kavrayıp, yanıtlar arayamaz ve başarılı olamazdım.

####



Uğurlu 13'üme karşı ilk hamle (da da da daaaa!.. oyun başlıyor) daha uygun bir zamanda gelemezdi. Üniversite giriş sınavındaydı, bir matematik sorusuydu, sadece benim sınav kağıdımda bulunuyordu ve bu yüzden de biraz şeytancaydı:







x = y

y+x = 2y

-2x+y+x = 2y-2x

y-x = 2(y-x)



y-x = 2(y-x)

y-x y-x



1 = 2







Yukarıdaki sonuç aşağıdakilerden hangisi ile açıklanabilir?

A) x bilinmeyeni, y bilinmeyenine eşit olamaz.

B) Bir sayının sıfıra bölümü anlamsızdır.

C) 1 = 2'dir.

D) Bir eşitliğin her iki tarafına aynı sayı eklenirse eşitlik bozulmaz.

E) A ve D doğrudur.



Bunun oyunun bir hamlesi olduğunu nasıl mı anladım? Öncelikle 13'üncü soruydu. Ama bunun dışında baskı hatası gibi gözüken önemli bir gösterge daha vardı: 13'üncüden sonraki tüm sorular 13'üncünün aynıydı. Tek fark, yanıtların her soruda farklı bir şıkka karşılık gelmesiydi. (Basit bir baskı hatası değildi.) Hiçbir kaytarma şansım yoktu. Sınavı geçmek için 13'üncü soruyu mutlaka yanıtlamam gerekliydi... Heyecanlandım ama karamsarlığa kapılmadım. Çünkü olaya şöyle de bakılabilirdi: Sınavı geçmek için 13'üncü soruyu yanıtlamam yeterliydi!



Sorunun matematiksel çözümünü araştırabilirdim. İçinden çıkamayacağınızı anladığınız böyle soruları genelde bilinmeyenlerin yerine gerçek sayılar koyarak çözme yolunda giderdiniz. Kendine güvenen matematikçiler tarafından ilgi gösterilmeyen kaçamak bir yöntem olmasına rağmen, bazen işleri kolaylaştırabilen bu yoldan gitmeyi hemen reddettim, yaşamın bilinmeyenlerine karşı batıl inanç geliştirmekten farksızdı çünkü! Zaten oyundaki tecrübemi böyle artıramazdım, oysa ki bu tecrübeye, test tekniğini kavramaktan, sınavı geçmekten, başka her şeyden daha çok ihtiyacım olacaktı. Böylece bir 13 aramaya koyuldum. (Tam anlamıyla bir “bulunmaz fırsat”tı!..) Siz şıklarda herhangi bir 13 görebiliyor musunuz? Ben bunu başarmak için inatla sınav süresinin hemen hemen tümünü harcadım. Sonunda 13'ü (B) şıkkında buldum. Kalan zaman “Bir sayının sıfıra bölümü anlamsızdır.” yanıtının sonraki sorularda karşılık geldiği şıkları işaretlememe yetti. (Bulduğum 13 güvenimi o kadar artırmıştı ki matematiksel sağlama yapmaya gerek bile görmedim.) Yaşamımın en zorlu oyununda doğru hamleyi bulmam, yaşamımın en zorlu sınavından tahmin bile edemeyeceğim bir puan almamı ve o dönüm noktasındaki engelden sıyrılarak üniversitede okumamı sağladı. (Özellikle 13'üncü sorudan sonra tek bir yanlışım çıkmadı.)



Neden B şıkkı? Şıkkın içeriğine boşuna bakmayın. 13, B'nin formunda saklanıyor. Parmağınızla havaya hayali bir B yapmanız anlamanıza yardımcı olacaktır sanıyorum. (Bu arada sorunun matematiksel çözümünü merak edenler için bir ipucu: “x = y ise y - x = 0”dır. )



####



Kader, yıllar sonra tekrar karşıma çıktığında beni büyük bir çelişkiye düşürdü (ama yine yenemedi). Karşılaşmamız şöyle gelişti: 4-0 ile iyi bir başlangıç yaptım. Rakibim de fena değildi demek ki, durum 4-5 oldu. Bir süre başa baş bir mücadele verdik, 8-8. Sonra yeniliyorum sandım, 8-11. Toparlandım, 12-11. Rakibim gözlerimin içine sinirli sinirli bakarak durumu eşitledi, 12-12. Bu bir masa tenisi maçı değil, babamın kurucusu olduğu şirkette yönetim kurulu başkanlığı görevini devralacak kişiyi seçmek için bir oylamaydı. Ben bir üst düzey yönetici olarak (girdiğim gibi büyük bir başarıyla üniversiteden mezun olmuştum, 13'lere borçlu kalmadan) yönetim kurulundaki 26 kişi içinden göreve önerilen iki adaydan biriydim. Babamla benden başka herkes oyunu kullandığında, artık sonucun tahmin edilebilir olduğunu gören babam atıldı ve protokolü çiğneyerek, benden önce oy kullandı: 13-12... Son sözü söyleme hakkını bana bağışlayarak, başkanlığımı yürekten onayladığını gösteren nazik bir jest yapmaya çalışmıştı, kaderin bir piyonu olarak bana karşı kullanıldığının farkında değildi. Bense şaşkındım. Bir dakika önce, olaya babamla aynı açıdan bakarken, onun gibi ben de kendimi başkan koltuğuna doğru yürürken görmüştüm. Oysa bir dakika sonra ayağım, koltuğun önündeki, oraya yakışmayanların -ya da koltuğun yakışmadıklarının- asla göremediği bir basamağa takılmış ve tökezlemiştim. Gözlerim açıldı ve kabusa dönüşmesi olası bir rüyadan tam zamanında uyanarak gerçeği gördüm; herhangi bir başka sonuç beni gerçekten de başkan yapardı, ama 13'ün galip gelmesi anlamına gelen bu sonuç değil...



İktisadi konulardaki tartışmasız uzmanlıkları ile yönetim kurulu üyelerimiz, her insan kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederken bile ekonomiyi tüm toplum için iyiye doğru yönlendirdiği söylenen “Görünmez El” kuramını gayet iyi biliyorlardı. Ama benim yaşamımda, bir kuramdan öte yeri olan “Görünmez El”den -babam da dahil- tabii ki habersizdiler. O yüzden bir anlık karasızlığımı hiçbir zaman anlamadılar. Sayın Yeni Yönetim Kurulu Başkanlarının, görevini resmen hak etmesi için formalite gereği de olsa oyunu kullanmasını bekliyorlardı. Sayın Başkan'ın “oyu”nu kendine vereceğinden kimsenin şüphesi yoktu. Ama o zaman “oyun”u vereceğini de bilmiyorlardı. Kurallarına bir doğa yasasıymış gibi uyduğum bu oyunda, durumu lehime çevirmek için iktisadi açıdan aleyhime gibi gözüken bir hamle yapmam gerekiyordu, öyle de yaptım, kendime karşı oy kullandım, 13'leri eşitledim: 13-13



Babam bana baktığında aynı şaşkınlığı taşıdığımızı görüp bir kat daha şaşırmış olmalı... Yönetim Kurulu Üyelerinin de yanımızda olduğunu neden sonra fark ettiğinde ona bir özür borçlu olacağımı düşünmüştür... Ama başını önüne eğip birkaç dakika öylece dalıp gittikten sonra bütün bu duygu bombardımanının sonunu sağlıklı bir şekilde getirebildiğini itiraf etmeliyim; anneme yaptığını yaşamı boyunca bana asla yapmadı: Eşitlik durumunda başkana tanınan ek oy hakkını kullanarak, oğlunun rakibini başkan yaptı, az kalsın düşeceğim bir uçurumdan hem beni sağ kurtardı, hem de -farkında bile olmadan- kendini temize çıkardı: 13-14. (Rakibim beni, ben de 13'ü yendim, babam ise hatalı kararını onarmış oldu.) İdeallerini hiçbir zaman paylaşmadığımı -13'ün zoruyla- önce kendime sonra babama itiraf ettiğimde, yaşamımın bu ikinci dönüm noktasında, yine doğru hamleyi yapmış olmaktan gururlu ve basit bir yönetici olarak şirketinde çalışmaya kısa bir süre daha devam ettim.



O kısacık anda geleceğimi etkileyecek bu kritik kararı nasıl verebildiğimi sormayın. Kaderle kumar oynamak zorunda kaldığınız hiç olmadı mı? Ben, doğuştan aldığım tüyo sayesinde her şeyimi hiç düşünmeden 13'e yatırabilirdim.



####



Gelelim oyunun “basit bir yönetici”likten istifa edip, tanınmış bir ressam olma yolunda ilerleyeceğim başka bir dönüm noktasına... (Yenilseydim, şu an herhalde sadece mali tablolar üzerinde çalışıyor olacaktım.) Şirketteki işlerin yoğunluğundan gerçekten sıkılınca -herhangi bir uğursuzlukla nasıl olduysa karşılaşmadan evlenmeyi başardığım- karımla birlikte uzunca bir tatile çıktık. Bu süre içerisinde o zamanlar amatörce uğraştığım resimle oyalanmayı düşünüyordum, rahatlamak amacıyla. Yoo, hayır, bundan biraz daha fazlasıydı, bir zamandır arka odada kapalı tutulan cezalı bir çocuğun giderek artan çığlıklarını andıran şu sese yanıt vermem gerekiyordu: “Resim yap... resim yap... resim yap...”



Hoş bir tatil kasabasındaki yer ayırttığımız otel, tarihi bir yapıydı. Heybetli dış kapılar sanki yüzyıllar öncesine açılıyordu. Bavullarımızı taşıyan adam saray soytarısı kılığındaydı. Görevlilerin şatafatlı giysilerinden ve komik perukalarından, geniş salonu dolduran eski zaman eşyalarına; kocaman sütunlarıyla hemen göze çarpan mimarisinden, duvarı tümüyle kaplayan irili ufaklı tablolara ve bir köşede kısa boyu, kilolarca çekeceği şüphe götürmeyen zırhı ve silahlarıyla dimdik duran şövalyeye kadar her şey, bir zamanlar yaşandığını okuduğunuz ya da filmlerde gördüğünüz bir devri gözler önüne seriyordu. Öyle ki yirminci yüzyıl giysileri içinde, kendinizi gelecekten gelmiş misafirler gibi hissediyordunuz.



Otele kaydımızı yaptırmaya hazırlanırken bütün bu tarihin üzerime çökmekte olduğunu hissettim. Bunun 13 ile ilgili olduğuna emindim. Otelin 1200'lü yılların ortalarında yapılmış olduğunu sorup öğrenmek için kim zorladı beni, bilemiyorum... 13'üncü yüzyıl demek olan bu tarih, kendisiyle hesaplaşmam için beni oyuna davet ediyordu.



Karşı hamlemi kolayca buldum ama o kadar kolay gerçekleştiremedim: Tarihte, kaderin bana karşı kullanabileceği bir 13'üncü yüzyıl varsa, bu otelde de bir 13'üncü oda vardı mutlaka. Ama hayır, yoktu..! Ve han garsonu kılığındaki bayan görevliye göre bunda bir gariplik de yoktu. Ona göre, batıl inanç tarafından fethedildiğini bildiğimiz Ortaçağ'ın bütün özelliklerini taşıyan bu otelde, uğursuz bir 13 numaralı odanın bulunmamasından çok, benim yaptığım gibi 13 numaralı odada kalacağım diye özellikle diretmek garipti, hem de başka bir odada yer ayırttığımız halde... Eğer anahtar dolabında 12 numaralı anahtarın yuvası ile 14 numaralı anahtarın yuvası arasında “13’üncü” için bir boşluk bırakılmadığı dikkatimi çekmeseydi, belki de yaşamda ilk kez batıl inancı olmayan bir yirminci yüzyıl insanının başına, batıl inanç nedeniyle bir bela gelecekti. Bu şartlar altında, 14 numaralı anahtarın bana sırıtıp şunları fısıldadığını duymak zor olmadı: 13 numarayı bulmasan da olur, 13’üncüyü bul...



Kapısında “XIV” yazan 13'üncü odaya kaderin beni neden sürüklediğini önceleri anlayamadım. Bir yarım günümü kafamda belirlediğim resmi yapacağım uygun açıyı saptamak üzere, otelin çevresinde, kıyıda ve arkadaki tepelerde dolaşarak geçirdiğimde fark ettim; kasabanın kurulduğu koy, en etkileyici açıdan sadece ve sadece XIV numaralı odamızdan gözüyordu. Bütün tatil boyunca insanlardan uzaklaşarak, odama tıkılmam, manzaranın önündeki perde hariç diğerlerini kapatıp kendimi hummalı bir şekilde yaptığım resme vermem, karımın ve çevredekilerin büyülenmiş olduğum hakkındaki yorumlarına yol açtı. Haklıydılar..! Büyülenmeseydim o büyüleyici tabloyu yapabilir miydim?



Şimdi atölyemde, tam karşımda asılı: Önde, resmi yaptığım XIV numaralı loş odadaki eşyaların sülietleri ve geri planda, odanın ortaçağ işlemeli penceresinin çerçevesini oluşturduğu mükemmel koy manzarası... Tablonun içinde bir başka tablo sanki. Birisi -göze daha yakın olanı- karanlık bir dünya -benim dünyam-, diğeri ise şu üç figürden oluşan aydınlık bir dünya: Sonsuzu simgeleyen uçsuz bucaksız bir deniz, varlığı simgeleyen kara parçası ve doğayı simgeleyen meyve ağaçları -ki bu ağaçlar resmin köşeleri boyunca sağdan ve soldan uzanarak denizle karayı bakanın gözünde ikinci kez birbirine kavuşturuyor, su topraktan köklere ulaştıkça, üzerinde meyvaların olgunlaştığı dallar daha bir istekle uzanarak denizle karayı -sonsuzla sınırlıyı, Tanrıyla insanı- tekrar tekrar buluşturuyor.



Bütün bu dekorun ötesinde, iki tabloyu -iki dünyayı- birbirine bağlayan ışık, karanlığın içinden -odadan- dikkatle bakılmasa görülmeyecek ve eğer görülmese karanlığı -odayı- da görülür kılmayacak -var etmeyecek.



Ve onun da ötesinde, resmin ana teması olan bu ışık, tabloyu, duvarında asılı olduğu atölyemin aydınlatılmasında -sanatçı bunalımlarımı yaşadığımda, bulanan zihnimin netleşmesinde- kullanma olanağını sunuyor.



“Işığa Açılan Pencere”yi ilk sergimde satamamış olmama bunca yıldan sonra ne kadar seviniyorum bilemezsiniz. Yeni bir resme her başladığımda, onun büyüsü altında daha mükemmel tablolar yapmamı sağlaması, şu an onun için teklif edilen kasalar dolusu kağıt parçasından çok daha önemli. O tablo benim resimle çerçevelenmiş dünyamın uğuru, Uğurlu 13'ümün bana armağan ettiği bir uğur...



Bir şeyi daha söylemeden geçemeyeceğim, buna asla inanmayacaksınız... Tatilimizin sonunda, ayırtıp da kalmaktan vazgeçtiğimiz odanın 4 numaralı oda olduğunu anlamam, resimle ve mekan gereği tarihle epeyce haşır neşir olduğum o otelde, ilginç bir bağlantıyı görmemi sağladı: 4 numaralı odanın penceresinden şehirdeki sorumluluklarım ve artık iyice sıkılmış olduğum ticari yaşamım gözüküyordu. Kasaba tarafına bakan pencereler, orada kalsaydık hiçbir yeri aydınlatmayan, sadece göz boyayan bol ışıklı bir gece gibi beni karanlığa mahkum edecekti. 4'üncü odadan girseydim 4'üncü yüzyıla, Ortaçağ'a girecektim, bir Ortaçağ etkisiyle burun buruna kalacaktım, kendi kendini karanlığa mahkum etmiş Ortaçağ insanının kaderini bulaştıracaktım yaşamıma. Ama Uğurlu 13'üm sayesinde ben, Ortaçağ'ı aşmış, 14'üncü odaya, 14'üncü yüzyıla ulaşmıştım. Ortaçağ'ın sonu, insanlığın Rönesansı, yeniden doğuşu... Ve benim yeniden doğuşum... Artık arkamda kalan bu Ortaçağ oteline son kez bakarken, her ölümün, belki de bir doğumun nedeni olduğunu düşünüyordum.



####



Şirketteki işime bir daha hiç dönmedim, kendi yoluma gittim. (Babam bu kez fazla şaşırmadı, yönetim kurulu üyeleri de...) Artık sadece resim yapıyor, yaşamımı böyle kazanıyordum. Mutlu günlerim, işimle epeyce yoğunlaştığım bir döneme kadar sürdü. Sanatçı bunalımlarım nedeniyle, karımla birbirimizden uzaklaşmaya başladığımızı fark etmekle birlikte, buna engel olmak için fazla bir çaba göstermemiştim. (Tuvallerim dışındaki dünyayı siyah-beyaz görüyordum...) Sonunda beklenen oldu, karım evden ayrılıp başka bir yere taşındı. Bir süredir birbirimizi o kadar kırmıştık ki, görüşmelerimiz sadece karımın bir arkadaşının evinde gerçekleşir oldu. Ve her defasında yoğun kavgalarla sonuçlanıyordu. Ne tamamen ayrılmak, ne de bir kez daha denemek üzerine bir karara varabiliyordum. Sanki birşeyleri bekliyordum.



265 18 00... Bu telefon numarasıydı beklediğim. Boşanmaya kesin karar verdiğim gün aradığım avukatımın numarasıydı bu ve devamlı arayıp da bir türlü ulaşamayınca fark etmiştim ki bu numara, avukatın 13 hatlı santralinin ilk numarasıydı... Böylece sizin için herhangi bir telefon numarası olan 265 18 00, benim için kaderin yeni bir numarası görünümüne büründü.



13 hat... Basit bir hamle gibi gözüküyor değil mi... Tahrik unsuru da içeren bir düello teklifi olarak, rakibin yüzünüze çarptığı hafif bir tokat -tokat bile denemez, bir fiske- gibi... O yüzden ben de aynı şekilde çabuk, basit bir karşılık verdim, bir refleks gibi; kafam uzun süreden beri epeyce dağınık olduğundan başka bir şey de yapamazdım zaten: 13 hatlı bu santralin, 13'üncü numarasını, 265 18 13'ü tuşladım. Telefonu karım açtı..!



O da en az benim kadar şaşkınlık içindeydi. (Sonradan pişman olsa da, ilk kızgınlığıyla telefon numarasını bulmamı engelleyecek önlemleri almıştı.) Son bir yıldır parlatıp, bileyleyip, sivrilttiğimiz ve güçlü görünmek için uçlarını hep kalkık tutuğumuz kılıçlarımızı, bu ani baskın nedeniyle kınlarından çıkartacak zamanı bulamamıştık. Bu tamamen savunmasız halimizle, uzun süreden beri ilk defa savaşmayıp konuştuk. Birkaç saat sonra uzun süreden beri ilk defa yalnız buluştuk. Birbirimizi yeni tanışmış aşıklar gibi süzdüğümüzü fark edip, tekrar denemeye karar verdik. (Her şey anlattığım kadar hızlı gelişti.) Karım şüphe içinde olduğunu itiraf etti ama ben yanılmadığıma emindim. (13'den gayet emindim.) İşin ilginci, karımla tekrar birleşmek için, ondan ayrılmaya karar vermeliydim. Ve yaşamımın hatasını yapmaktan kurtulmam için de bir hata yapmam gerekiyordu. Kader beni öyle durumlara düşürüyordu ki, dikkatli ya da dikkatsiz hareket etmiş olmak, hatalı davranmış ya da doğru karar vermiş olmak, şanslı ya da şanssız diye nitelendirilmek gerçek yaşamdaki anlamını yitiriyor, her şey bir oyun düzlemine ışınlanıyordu. Bütün bunlar bana kaderin hamlelerini karşılayabilmek için 13 haricinde, zekam dahil güvenebileceğim hiçbir şey, hiçbir yöntem olamayacağını söylüyordu. Oyunda olgunlaşmak, tecrübe artırmak ve her durumda kazanacak hamleyi görmek mümkün değildi, oyuna hakim olmak mümkün değildi, sadece oynayacaktınız. (Körebe oyununda gözlerini açmaya yeltenen oyunbozan bir ebe olmak da istemiyordum.) Ve üzerine bahse tutuştuğum şeyin yaşamım olduğu düşüncesini bir kenara bırakabildiğimde -sıradan bir muhasebecinin yapamayacağı bir şeydi bu-, oyunu zevkli diye nitelememe hiçbir şey engel olamıyordu.



(Bu arada karım, 265 18 13'ü nasıl bulduğumu sormadı. Ama yeniden yanıma taşındığı için onu başkasına devrederken hiç üzülmemişti, devamlı bir avukatlık bürosu sanarak aradıklarını söylüyordu.)



####



Kaderimi bir kez daha yenerek kazandığım karım, bir sonraki hamlemi yapmamda çok yardımcı oldu. Mutlu evliliğimizin ve yaşamımın sıradaki sorunu, uzun süredir bir çocuğumuz olmasını arzulayan karımın, bu konudaki itirazlarımı ve neden olarak gösterdiğim sudan bahaneleri artık dinlemiyor olmasıydı. Sonunda ona gerçek nedeni söyledim, 13'le ilgili her şeyi anlattım. Kaderin beni yüzyüze bırakacağı olası bir hamleyi gerektiği gibi savuşturamadığım takdirde, çocuğumuz sakat ya da 13 bulaşmış olarak doğacak ya da karım anneminki gibi bir sona mahkum olacaktı. Belki de kader, bu önemli olayla ilgili bir hamle tasarlamamıştı ama buna emin olamazdım, emin olsam bile önceden önlem alamazdım. Hamleyi yaptığında bugüne kadarki başarımı gösteremeyeceğimden korkuyordum çünkü bu kez kendimden başka iki insanın yaşamı üzerine de oynuyordum.



Karım bana hiç inanmadı... (Bugüne kadar ona niye anlatmadım sanıyorsunuz.) İlk şaşkınlığı geçtikten sonra, doğru hamleyi bulmamı sağlayacak o sözleri sadece sinirinden söyledi. Bana şöyle dedi: Sen daha bekle, kader hamlesini yapmış bile...



Ona göre kaderin bana karşı bulduğu 13 -böyle bir şey varsa tabii, bana karşı oynadığı oyunun 13'üydü. Hamle, oyunun kendisiydi; kurallarıyla beni bağlıyor, içimde onu asla yenip geçemeyeceğim bir korku oluşturarak, çok istediğim halde çocuğum olmasını engelliyordu. Bu tam da kadere yaraşır bir hamleydi, karım çok haklıydı. O inanmasa da, onun ağzından konuşanın Uğurlu 13'üm olduğuna emindim.



Demek ki şimdi karşı hamle bekleniyordu. Uzun bir süre bunun üzerine düşündüm. Sonra uzunca bir süre neden bu kadar uzun düşündüğüm üzerine düşündüm. Bugüne kadar ipuçlarını değerlendirip hamleme karar vermem çok zamanımı almamıştı. Bu kez sanki oyunun ve dolayısıyla yaşamın ritmi bozulmuştu. Oyunculardan biri, ben, düşünmek için zaman istemiştim ve oyun bir süreliğine tatil edilmişti. Ve ben oyuna dönmedim. Çıktım ve gittim; karımla beraber. Onu önce yemeğe, sonra gece yarılarına kadar eğlenebileceğimiz bir yere götürdüm ve eve geldiğimizde onunla korunmasızca seviştim. Evet korunmasızca... Hatta umursamazca, düşüncesizce... Yoo, aslında tam olarak düşüncesizce değil... Bir kız çocuğunun düşüncelerime girdiğini anımsıyorum.



Düşündüğüm oldu. Şu an sağlıklı bir kızımız var. Karım da ben de yaşamında 13'lerin var olmayacağını biliyoruz, nedenlerimiz farklı da olsa.



“Yanlış”ın zıttı sadece sözlükte “doğru”dur. Mantığımın sesini dinleyip hiç çocuk yapmamak nasıl yenilmeme neden olacaksa, duygularıma kapılıp hep olduğu gibi kadere karşı hamle yapacağım diye bir 13 bulmam da kazanmamı sağlamayacaktı. Aksine kızımızın yaşamı bir 13'le başlayacak ve bu 13, tüm yaşamına musallat olacaktı, benim gibi... O zaman duygularımı ve mantığımı eşit derecede kullanarak şu sonuca vardım: Duygularıma ve mantığıma boş vermeliydim! Oyunun içinde, oyunun varlığı bir hamle olarak karşıma çıkmışsa, oyunun varlığını yadsımalıydım. Tüm yaşamım boyunca yaptığım her şeye bulaşan uğursuz 13'lere, dahası alınyazım olan Uğurlu 13'üme bile boş vermeliydim. Kaderin sözsüz anlaşmamıza uyarak, ellerini kızımızın üzerinden çekmesinini tek yolu buydu.



Kızımızın sağlıklı doğmasındaki tek olumsuz yan (buna bin kez razıyım), karımın haklı çıktığının kanıtlanması oldu; 13'den bağımsız bir hamle yapmıştım ve hiçbir belayla karşılaşmamıştım. Yaşamım boyunca karşıma çıkan 13'leri teker teker ona saydığımda, bunun ilginç bir hikaye konusu olabileceğini söyledi. (265 18 13, ona göre basit bir rastlantıydı.) “13 tane 13 bul, inanayım” diyerek benimle batıl inançlı birisiymişim gibi dalga bile geçti. Ama ben gülemedim, bu söylediğiyle karımın önemli bir gerçeği açıklığa kavuşturduğunu anlamıştım. Düşündüklerim doğruysa, artık 13 bulmam gerekmeyecekti. Çünkü oyunun sonu gelmişti!



####



Hep yaşamım sürdükçe oyun sürecek sanmıştım. Ama şimdi biliyorum, oyun sürdükçe yaşamım sürecek! Biliyorum, kader son hamlesini yapmaya hazırlanıyor. Ve ben artık ona karşı bir 13 bulmayacağım, bulsam da bir işe yaramayacak. Hamlelerini karşılaya karşılaya ilerlerken, bir tuzağa doğru sürüklendiğimi fark edememişim. Alınyazım olan Uğurlu 13'ümü unutmayarak (Çünkü o benim ilk hamlemdi, her doğuş kadere karşı bir hamle değil midir?) ve beni oyuna ısındıran ilk gençlik çağımdakileri de hasretle anarak, bugüne kadar, kader ile karşılıklı yaptığımız hamleleri, bulduğumuz 13'leri sırasıyla saydım, alt alta yazıp topladım: Üniversiteyi kazanmamla sonuçlanan ikinci ve üçüncü 13'ler... finans dünyasındaki bir kariyerin idealim olmadığını anladığım dördüncü ve beşinci 13'ler... o dünyadan tümüyle kopup ressamlığa profesyonel bir adım attığım altıncı ve yedinci 13'ler... yaşamda en değer verdiğim insan olduğuna geç de olsa emin olduğum karımı kaybetmeme engel olan sekizinci ve dokuzuncu 13'ler ve ben öldükten sonra yaşayacağını düşündüğüm bir parçam olduğu için çok sevdiğim kızımı bana kazandıran, çok zekice, onuncu ve onbirinci 13'ler...



Sıra onikinci 13'de... Şu anda yapabileceğim tek şey elimi kolumu bağlayacak onikinci 13'ü beklemek. Oyunun ONÜÇÜNCÜ 13'ü olacak bir karşı hamle yapsam da yapmasam da sonumun ne olacağını çok iyi biliyorum.



Kader, bütün yaşamım boyunca başaramadığı beni cezalandırma arzusunu artık gerçekleştirecek, yaşamımı elimden alacak. Ben çaresizlik içinde diz çökerken o, son darbeyi indirecek. Silahları onun seçtiği bu dövüş arenasında en iyimiz bile böyle eli kolu bağlanıncaya kadar sürdürüyor başarısını.



ında şanslı olduğumu düşünmeliyim. Çünkü birçok insanın hayal ürünü olarak nitelendirdiği 13'ler kendimi gerçekleştirmeme yardımcı oldu. Başardığım şeyleri başarmak için yaptığım, sadece o hamlelere karşılık vermeye çalışmaktı, tıpkı bir bilgisayar oyunu gibi. Ama gerçek yaşam da biraz öyle değil mi zaten. Biz düğmelere, tuşlara basarak, kolları şalterleri indirerek yaşamları yok etmiyor muyuz? 1 saat önce uyanmakla, 1 soru fazla çözmekle, oradan değil de 1 sonrakinden sapmakla, 1’inin kollarında, 1 sözcükle, 1 telefon konuşması kadar kısa bir sürede ya da 1 yolculukta, ya da bunların 1’ini ya da hiç 1’ini yapmamış olmakla yeni yaşamları oluşturmuyor muyuz? (Benim için “13” gibi 1 rakamla, ya da sizin için 1 “1” ile...) Belki de ben normal bir insanın veremeyeceği radikal kararlarla o kadar şeyi başarıyorum, sonra da bunları şans, görünmez el, kaderin oyunu ya da genel bir deyişle Uğurlu 13 gibi kafamın içinde yarattığım bir gizli güce bağlıyorum. O kadar eleştirdiğim batıl inançlı insanlardan biriyim ben...



Her neyse... Baştan beri sık sık tekrarladığım gibi, tüm bu anlattıklarımla, yaşadıklarıma kimseyi inandırmak ya da birşeyleri ispatlamaya çalışmak niyetinde değilim. Nasıl yapabilirim ki zaten bunu, en büyük ve tek kanıtım, yakında yok olacak yaşamım...



........

Yaşamımın bu kısa özetinin 13 sayfa tutuğunu hayretle gördüğümde, 12’nci hamlenin yapıldığını anladım; imzamı atmadan önce, adımı yazmayı, en son ve en önemsiz hamlemi yapmayı unutmadım: Murat Sohtorik.

ARKA KAPAK YAZISI

Diğer kibrit çöplerinden uzun tutulup gözünüze gözünüze sokulanı mı seçersiniz, yoksa arkalara saklanmış olanı mı, seçmeyesiniz diye? Düzgü...